“Yerli malı yurdun malı, herkes bunu kullanmalı.”
Bu cümle bir tekerleme değildi.
Bir kuşağın hafızasına kazınmış, sessiz ama güçlü bir ekonomik bağımsızlık çağrısıydı.
Şimdiki çocuklar gibi değildik. Karnımız TOGG değildi belki ama yerli malıyla doyardı. O sözle büyüdük, o bilinçle şekillendik.
Belimize kadar gelen kar, sabahçı olmanın verdiği yorgunlukla birleşirdi. Akşamları sobanın yanında uyuyakalmak annemiz için ayrı bir dertti. Uyku öncesi azar, masal gibiydi.
“Bir varmış bir yokmuş…” yerine,
“Bak yine oraya yatmış, kalk çabuk yerine yat!”
Aynı akşamlar, aynı masalın başlangıcıydı.
Buz gibi yatağın ilk on dakikası işkenceydi. Karnımıza çektiğimiz bacaklarımızla beklerdik. Yirmi dakika sonra dişlerimiz birbirine vurmaktan vazgeçerdi.
Masalda “bir varmış” kısmı var mıydı bilmiyorum ama biz sanki masalın “yokmuş” bölümüne denk gelmiştik. Yokluk yıllarıydı.
Ama dönüp bakınca şunu görüyorum:
Bugünkü gibi kıtlık yılları değildi. Farkında olmasak da memlekette bolluk vardı. Çünkü üretim vardı.
Yerli Malı Haftası yaklaşınca evde ayrı bir telaş başlardı. Okula bir şeyler götürülecekti. En havalı olamasak da kimseye mahcup olmamak için beslenme çantaları dolmalıydı.
Siyah önlükler dar gelir, beyaz yakalıklar boğazımıza idam ipi gibi geçerdi. Ama Yerli Malı Haftası’nın ilk günü mahcup olmak olmazdı.
Herkesin durumu aşağı yukarı aynıydı.
Sabahın köründe okulda her sınıfta manzara değişmezdi:
Kuru üzüm şaşmazdı.
Portakal şaşmazdı.
Mandalina şaşmazdı.
Elma, armut bankoydu.
En havalının masasında ise kimsede olmayan bir yerli ürün olurdu.
Bir de annemize akşamdan çektirdiğimiz çile vardı. Onu hüzne, bizi ertesi günün korkusuna mahkûm eden.
Affet beni anne…
Bizim nesil bu sözle büyüdü. Yerli üretimi tanıyarak, yerli ürünü sahiplenerek, emeğin kıymetini bilerek.
Yerli Malı Haftası sadece mandalina-portakal yeme günü değildi. O hafta bize şunu öğretirdi:
Bu topraklar üretiyor. Bu ülke kendi kendine yetebilir.
Gerçek de buydu. Türkiye sadece kendine yeten değil, dünyaya yeten bir ülkeydi.
Uzun yıllar boyunca birçok tarımsal üründe dünya birincisi olduk. Hâlâ da bazı ürünlerde zirvedeyiz:
Fındıkta açık ara birinciyiz.
Kayısıda, incirde dünya lideriyiz.
Kirazda çoğu yıl birinciyiz.
Ayvada dünya birincisiyiz.
Bunlar sadece rakam değildi. Bunlar çiftçinin alın teriydi, toprağın bereketiydi, ülkenin gücüydü.
Ama bugün çocuklara sorduğunuzda,
“Yerli malı nedir?”
“Türkiye ne üretir?”
Karşınıza ithal markalar, yabancı etiketler çıkıyor. Toprağını tanımayan, üretimini bilmeyen, sofrasındaki nimetin nereden geldiğini sorgulamayan bir nesil büyüyor.
Asıl acı olan şu:
Bir zamanlar dünya pazarına yön veren yerli ürünlerimizi, yanlış politikalarla, ithalat sevdasıyla, üreticiyi yalnız bırakarak kaybettik.
80’li yılların sonunda “Gümrük Birliği”nin “Gümrük Deliği”ne dönüştüğü yıllarda herkes bolluk beklerken kendini kıtlığın ortasında buldu. Yerli malı yoktu, yabancı malına ulaşmak ise imkânsızdı. Toplumda derin ekonomik uçurumlar oluştu.
Soframızdan kuru üzüm bile çekilip alınmıştı.
Yerli malının önemini işte o zaman anladık.
Bugün yerli malını hatırlayamayan nesiller yetişiyorsa, bu çocukların suçu değildir. Bu, üretimi değersizleştiren, çiftçiyi küstüren, tüketimi kutsayan anlayışın sonucudur.
Yerli malı nostalji değildir.
Yerli malı; bağımsızlıktır, istihdamdır, gıda güvenliğidir, onurdur.
Bir ülke ürettiğini unuttuğu gün, tükettiğine mahkûm olur.
Ve bir nesil toprağını tanımıyorsa, o ülkenin geleceği sessizce elden gidiyordur.
“Yerli malı yurdun malı” hâlâ doğrudur.
Ama artık sadece söylenmesi değil, yeniden hatırlanması ve savunulması gerekir.
