Kubilay’ın Menemen’de şehit edilmesi, Türkiye siyasal tarihinde çoğu zaman “erken Cumhuriyet’in talihsiz bir olayı” olarak anılır. Oysa bu yaklaşım hem eksiktir hem yanıltıcıdır. Menemen, münferit bir cinnet hali değil; Türkiye’de gericiliğin Cumhuriyet’e karşı verdiği süreklilik arz eden mücadelenin simgesel eşiklerinden biridir. Bu eşik, yalnızca 1930’a değil, Kurtuluş Savaşı yıllarına ve bugüne uzanır.
Gericilik, Cumhuriyet’in ürettiği bir tepki değildir. Cumhuriyet’in karşısındaki tarihsel güçtür.
Gericiliğe Bir Parantez: Kurtuluş Savaşı’nın Görünmeyen Cephesi
Türkiye siyasal tarihinde gericilik çoğu zaman Cumhuriyet sonrası bir “tepki” olarak anlatılır. Oysa Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı yürütürken karşılaştığı en büyük engellerden biri, işgal ordularından önce ve belki onlardan daha yıkıcı biçimde, içeride örgütlenen gerici ayaklanmalardı.
Bu nokta özellikle vurgulanmalıdır:
Anadolu’da Milli Mücadele, yalnızca emperyalist işgale karşı verilmiş bir savaş değildir. Aynı zamanda hilafetçi, saltanatçı ve din adına siyaset yapan gerici odaklara karşı yürütülen bir iç savaş niteliği de taşır.
Düzce, Bolu, Hendek ayaklanmaları…
Konya’daki Delibaş isyanı…
Yozgat’ta Çapanoğulları kalkışması…
Anzavur isyanları…
Bu kalkışmaların ortak paydası nettir: Hepsi İstanbul’daki saray ve işgal güçleriyle ideolojik ya da fiilî bağlar kurmuş; hepsi “din elden gidiyor” söylemiyle Anadolu halkını Ankara’ya karşı kışkırtmıştır. Fetvalar dağıtılmış, Kuvayı Milliye askerleri “asi” ilan edilmiş, Mustafa Kemal ve arkadaşları “halifeye isyan edenler” olarak yaftalanmıştır.
Burada gericiliğin tarihsel karakteri bütün çıplaklığıyla ortaya çıkar:
Gericilik, işgal karşısında direnişi değil; düzenin devamını, yani kendi ayrıcalıklarının sürmesini savunur. Bu yüzden emperyalizmle çatışmaz; onunla uzlaşır. Çünkü gericiliğin asıl düşmanı dışarıdaki işgalci değil, içerideki dönüştürücü akıldır.
Atatürk’ün en büyük tarihsel başarısı, yalnızca Yunan ordusunu Anadolu’dan atmak değil; bu gerici isyanları bastırarak siyasal egemenliği kutsal otoriteden alıp millete devretmesidir. TBMM’nin açılması, saltanatın kaldırılması ve nihayet Cumhuriyet’in ilanı, bu iç direncin kırılmasıyla mümkün olmuştur.
Bu nedenle Cumhuriyet, bir “doğal evrim” değil; gericiliğe rağmen kurulmuş bir rejimdir.
Menemen: Tarihsel Zincirin Kopmayan Halkası
Bu tarihsel arka plan olmadan Kubilay’ı anlamak mümkün değildir. Menemen’de Kubilay’ın başının kesilmesi, bireysel bir vahşet değil; Cumhuriyet’in aklına yönelmiş sembolik bir infazdır. “Şeriat isteriz” sloganı, bir inanç talebi değil; açık bir rejim reddiyesidir.
Gericilik burada da aynı refleksi göstermiştir:
Akla karşı kutsalı,
hukuka karşı itaati,
Cumhuriyet’e karşı tebaayı savunmuştur.
Cumhuriyet’in ilk döneminde bu tehdit açık biçimde teşhis edilmiş ve bastırılmıştır. Çünkü o günkü siyasal akıl şunu biliyordu:
Gericilikle uzlaşılmaz.
Bugün: Sessiz Geri Çekilme, Kurumsal Aşınma
Bugün ise sorun daha karmaşıktır. Gericilik biçim değiştirmiştir ama geri çekilmemiştir. Artık silahlı ayaklanmalarla değil; kurumları içerden aşındırarak, eğitimi dinselleştirerek, hukuku kutsallaştırarak, laikliği “rahatsız edici” ve “fazlalık” bir ilke gibi sunarak ilerlemektedir.
Laiklik bu süreçte bir mücadele başlığı olmaktan çıkarılmış, sembolik bir hatırlatma düzeyine indirgenmiştir.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu noktadaki tutumu, basit bir strateji hatası değil; ideolojik bir geri çekilmedir. CHP, laikliği savunmayı bir “toplumsal risk” olarak gördükçe, gericiliğin hegemonya kurmasına alan açmaktadır. İnanç özgürlüğü ile siyasal din arasındaki ayrımı net biçimde koyamayan bu tutum, laikliği korumak yerine onu sürekli özür diler bir konuma itmektedir.
Burada yaşanan, klasik anlamda bir “karşı-devrim” değil; hegemonik bir çözülmedir. Gericilik zor yoluyla değil, rıza üreterek ilerlemekte; laikliği hukuki bir ilke olmaktan çıkarıp kültürel bir tercih seviyesine indirgemektedir. Bu durum, Cumhuriyet’in kurucu paradigmasının çözülmesi anlamına gelir. Gramsci’nin ifadesiyle, eski düzen ölmekte, yenisi doğamamakta; bu aralıkta gericilik “doğal” ve “makul” görünmektedir.)
Bu noktada suskunluk tarafsızlık değildir. Cumhuriyet aydınlarının görevi, iktidarın diline uyum sağlamak değil; iktidarın kutsallaştırdığı alanları sorgulamaktır.
CHP’nin görevi ise laikliği bir iletişim başlığı değil, bir rejim meselesi olarak savunmaktır. Laikliği savunmaktan kaçınan bir muhalefet, gericiliğe karşı değil; onun genişleme alanında konumlanmış olur. Bu, tarihsel bir misyon kaybıdır.)
Oysa tarih son derece nettir:
Laiklik savunulmadığında toplum rahatlamaz; gericilik ilerler.
Devlet geri çekildiğinde boşluk oluşmaz; dogma dolar.
Tarihsel Ders Değişmedi
Kubilay’ın şehadeti, Kurtuluş Savaşı’ndaki gerici ayaklanmalarla aynı tarihsel zincirin halkasıdır. Bu zincir kopmamıştır. Yalnızca yöntem değiştirmiştir.
Bugün yaşadığımız sorunların önemli bir kısmı, bu dersin bilinmemesinden değil; bilindiği hâlde siyasal konfor uğruna uygulanmamasından kaynaklanmaktadır.
Cumhuriyet yalnızca kazanılmaz; korunur.
Laiklik yalnızca ilan edilmez; savunulur.
Gericilik ise yok sayıldığında zayıflamaz; meşrulaşır.
Kubilay’dan Kurtuluş Savaşı’na, oradan bugüne uzanan çizgi bize tek bir şey söylüyor:
Türkiye’de gelecek, hâlâ gericiliğe karşı verilecek siyasal ve zihinsel mücadelenin sonucuna bağlıdır.
Bu bir nostalji meselesi değil; gelecek meselesidir.
