Baştan söylemekte fayda var; adı ister ‘barış’, ister ‘terörsüz Türkiye’, ister ‘bin yıllık kardeşlik’ olsun, bir çatışmasız çözüm girişimi varsa destek vermek insanlık meselesidir. Ancak sürecin siyasi yönelimlerini tartışmak da bir o kadar öyle. Hele ki bir önceki ‘çözün süreci’nde tüm eleştirileri ‘faşist’ yaftasıyla karalayanlarla bu süreci kapalı kapılar ardında sürdürmeyi tercih edenler, yine benzer hatalar yapmaya meyilliyse… Yani çeşitli sebeplerle susanlar ya da şakşakçılık yapanlardan olmak, hem Türkiye’nin hem de bölge halklarının geleceğini umursamayan dilsiz şeytanlar olmaya adaydır bu günlerde…
SURİYE AYRI BİR MESELE GİBİ ELE ALINMAYA ÇALIŞILACAK
Partiya Karkerên Kürdistanê (Kürdistan İşçi Partisi), 1978’den beri bildiğimiz adıyla PKK… “PeKaKa mı, PeKeKe mi?” sorusunun bile can alıcı tartışmalara yol açtığı bir örgüt bu… Bölgenin ve hatta dünyanın silahlı mücadele yürütmüş en uzun ömürlü örgütlerinden biri, 5-7 Mayıs tarihlerinde gerçekleştirdiği 12. Kongresi’nde kendini lağvetme kararı aldı.
Kamuoyuyla paylaşılan kongre sonuç bildirgesinde PKK’ya bağlı diğer örgütlerin faaliyetlerine son verip vermeyeceği konusunda kesin bir beyan bulunmuyor. Herhalde bir tek Halk Savunma Güçlerinin (Hêzên Parasina Gel-HPG) lağvedileceğini söylemek mümkün. Kürdistan Topluluklar Birliği (Koma Civekên Kurdistanê-KCK) ise ya DEM Parti ya da belki yeni kurulacak bir partide aktif siyasete dahil olacaktır.
Cumhur İttifakı sözcülerinin açıklamalarında biraz geçiştiren bir söylemle hangi örgütlerin feshedileceği muğlak bırakılıyor. Anlaşılan o ki, PYD’nin (Partiya Yekitiya Demokrat) ve YPG’nin (Yekineyen Parastina Gel-Halk Savunma Birlikleri), onun daha genişletilmiş yapılanması QSD’nin (genelde Arapçası kullanılıyor, açılımı ‘Quvvat Suriya Demokratik’, Kürtçesi ise ‘Hêzên Sûriya Demokratik’) nasıl bir dönüşüm yaşayacağı, halen Suriye’de iktidarı ele geçiren Hey’etu Tahrîri’ş-Şâm ve bağlaşıklarıyla QSD, yani bizim bildiğimiz adıyla SDG (Suriye Demokratik Güçleri) arasında yapılacak müzakerelerle netlik kazanacak.
Suriye’nin geleceği, nasıl bir siyasi yönetim sistemine geçeceği, şu an iktidarı elinde tutanların ne kadar iktidarda kalabileceği ise tam bir muamma! SDG’nin bir tür özerklik talep ettiğini biliyoruz. Dürziler ve Arap Alevileri de özerk yönetim istiyor. Böyle bir sisteme geçilirse Türkmenlerin de benzer talepleri olacağını varsaymak gerekir. Yani birkaç yıl içinde, belki de daha erken en az dört, belki de altı parçalı bir Suriye’yi tartışıyor olabiliriz!
SÜREÇTE TEK MUHATAP DOĞRU BİR TERCİH Mİ?
Suriye’de her şey belirsiz, ancak şu anda bizi öncelikle ilgilendiren Türkiye ve PKK’nın kendisini feshetmiş olması… 12. Kongre’de beklenildiği üzere, PKK yönetimi örgütü lağvettiğini net cümlelerle açıkladı. Bu gelişme, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim 2024’teki çağrısının ardından en önemli dönüm noktası… Açıklamaya göre, kongrenin gündeminde ‘önderlik’, ‘şehitler’, ‘gaziler’, ‘PKK’nın örgütsel varlığı ve silahlı mücadele yöntemi’ ile ‘demokratik toplum inşası’ konularını tartışılmış ve Kürt özgürlük hareketi için yeni bir döneme girişi ifade eden tarihi kararlar alındığı belirtiliyor.
Hemen ardından Kürt siyasetinin tabanını ikna edecek ve bir ‘yenilgi’ ya da ‘teslimiyet’ algısının oluşmasının önüne geçmeyi amaçlayan bir söylem tercih edilmiş: “12. Kongre, PKK, halkımız üzerindeki inkâr ve imha siyasetini parçaladı, Kürt sorununu demokratik siyaset yoluyla çözme noktasına getirdi, bu yönüyle tarihi misyonunu tamamladı” benzeri bir cümle var. Özetle örgüt misyonunu tamamladı sonucuna varılıyor. Ve örgütün lağvedilmesi, silahlı mücadelenin sona erdirilmesi kararı alınıyor. Burada en önemli vurgu Abdullah Öcalan’ın önderliğine… Süreci yürütecek ve yönetecek olan sadece Öcalan olacak. Tam da Cumhur İttifakı’nın istediği gibi! Büyük olasılıkla süreç boyunca Kürt siyasetinden gelecek her türlü eleştiriyi önlemek amaçlı bir karar, aynı zamanda iktidarı da tek kişiyle muhatap kılacak pratik bir çözüm! Yani ‘demokratik cumhuriyet’e pek de demokratik olmayan bir geçiş süreci!..
1921 ANAYASASI TARTIŞILIR DA LOZAN VURGUSU NEREDEN ÇIKTI?
Bundan sonrası en çok tartışılan saptama… Ve aslına bakarsanız, postmodernist etkileri buram buram hissediyorsunuz! Ulusal sorunla yola çıkan bir hareketin nereye evrildiğini görmek açısından da manidar: “Partimiz PKK; kaynağını Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasasından alan Kürt inkâr ve imha siyasetine karşı, halkımızın özgürlük hareketi olarak tarih sahnesine çıktı. Doğuşunda reel sosyalizmin etkilerini yaşadı ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini benimseyerek, silahlı mücadele stratejisi temelinde meşru, haklı bir mücadele yürüttü. PKK katı Kürt inkârının, buna dayalı imha siyasetinin, soykırım ve asimilasyon politikalarının egemen olduğu koşullarda şekillendi. 1978’den başlayarak yürüttüğü özgürlük mücadelesiyle Kürt varlığını kabul ettirmeyi ve Kürt sorununun Türkiye’nin temel realitesi olarak görülmesini esas aldı”.
GÜÇLER AYRILIĞI ÇOK DA ÖNEMLİ DEĞİL GALİBA!
Öncelikle ulusal sorundan etnik kimlik mücadelesine evrimleşen ve woke kültürün amorflaştırdığı bir saptama… 1924 Anayasası ile Lozan Antlaşmasını aynı kefeye koymak zaten başlı başına bir kategorik sorun. 1921 Anayasasının daha özgürlükçü ve demokratik olduğunu söylemek tabii ki mümkün, ancak her şeyiyle muhteşem olduğunu söylemek biraz sığ bir tarih ve anayasa hukuku birikimiyle ite kaka bir saptama olmuş!. Mesela güçler ayrılığı ilkesi o anayasada yok, ayrıca laiklik meselesi de sorunlu… Biraz daha kazırsanız, bu anayasayı ‘muhteşem’ gibi gösterenlerin siyasal islamcı ve yeni-Osmanlıcı olduğunu anlamak da çok kolay! Yani “1924 Anayasasını yedirmeyiz” diyenlerle “1921 Anayasası cumhuriyetin temeli olsaydı, Türkiye Cumhuriyeti çok daha demokratik olurdu” diyenlerin birbirinden çok farkı yok. Hele ki 1924 Anayasasında laiklik maddesinin olmadığı, daha sonra eklendiği hatırlanırsa, bu tartışmayı verimli kılmak için iki tarafın da kırk fırın ekmek yemesi gerek. Ama ne gam, taraftar oldunuz mu desteksiz atmak serbest!..
ANAKRONİK YAKLAŞIMLA LOZAN’I DEĞERLENDİRMEK
Gelelim Lozan Antlaşmasına… Bu antlaşma cumhuriyetin biçimlenişindeki en önemli belgelerden biri. Anakronik yaklaşımlar da tabii ki postmodernizmin akıldışı miraslarından… Lozan Antlaşmasını ulusal kurtuluş savaşını yeni tamamlamış ve bir devlet kurma sürecinde olan bir ülke açısından değerlendirmek gerekmez mi? Eğer ki tarihi eğip bükmeyi seviyorsanız gerekmez!.. Anti-emperyalist bir savaştan çıkılmış, çokuluslu imparatorluktan laik cumhuriyete geçiliyor. Burnunuzun dibinde Avrupa’daki gidişat belirsiz ve tehlike yüklü, Birinci Dünya Savaşının rövanşı pek uzak değil. Ve Sevr Antlaşması denen bir antlaşma dayatılmış öncesinde. Yani parçalanmış bir Anadolu’yu kabullenmek, emperyalizme karşı savaş veren kim olursa olsun mümkün değil! Üstelik hedef üniter bir devlet kurmaya evrilmişken… Bu evrilmede çıkan isyanların etkisini tartışmak çok karmaşık bir mesele, buna girmeyeceğim, ancak isyanlar öncesinde federal bir yapının tümüyle dışlanmadığını anımsatmakta da fayda var.
MUHAFAZAKÂRLIK PAYDASINDA BATI ASYA’YI DİZAYN ETMEK
Yani PKK’nın varoluş nedenini, kalkıp 1924 Anayasası ile Lozan Antlaşmasına bağlarsanız, o zaman hangi cumhuriyeti demokratikleşitreceksiniz? Hem üniter devletle bir sorununuz kalmadığını söyleyecek, federalizm, hatta kısmi özerklikten vazgeçecek, hatta ve hatta ‘kültüralist’ (her ne demekse, herhalde kültürel özerklik olmalı) yaklaşımların bile gereksiz olduğunu belirtecek, sonra da Lozan Antlaşmasına karşı olacaksınız! Bu yaklaşımı kavramsallaştırmak bile imkânsız.
Tabii ki mesele başka bir şey değilse… Mesela Suriye’de, Irak’ta, Lübnan’da ve son olarak da İran’da haritaları değiştirmek gibi bir meseleninin bir parçası olmaya adaysanız, o başka! Söz gelimi, Suriye’de üniter bir devletmiş gibi görünen bir federal yapı kurarken, Direniş Ekseni’nin olası müttefiki Arap Alevilerinin tehcirini hedefleyen mezhepçi siyasal islamcı bir iktidarın yapıp ettiklerine göz yumarak bir siyaset izlemek söz konusu olabilir mi? Adı konmamış bir federalizm için bazı azınlıkları kurban etmek gibi bir taktik bu stratejinin bir parçası mıdır? Göreceğiz, aslında zaten görüyoruz birkaç aydır.
Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi (IKYB) zaten İran’ı destekleyebilecek grupları, yani Haşdi Şabi ile Kürdistan Yurtseverler Birliğini (Yekîtiya Niştimaniya Kurdistan-YNK) ortadan kaldırmak ya da pasifize etmeye çok yatkın. Ardından ABD, AB ve İsrail ittifakının İran’daki molla rejimini yıkması, sonrasında da Irak gibi birkaç parçaya bölmesi sürecinde, Türk ve Kürt halklarının en azından bu gelişmelerde tarafsız kalmasını ya da ‘bir koy üç al’ oltasına gelmesini sağlamanın yolunu açma planında bir dönüm noktası mı bu olup bitenler? Hâl böyle olacaksa eğer, yani bölgeye yeni bir ateş düşecekse, barıştan söz etmek de güç olsa gerek!
DİRENİŞ EKSENİ’NE KARŞI BİR CEPHEDE BULUŞULURSA
Bu son saptamamın nedeni, PKK’nın 12. Kongresi’nin sonuç bildirisinde yer alan Lozan Antlaşmasını hedefe koyan cümle… Zira İran’a ve Direniş Ekseni’nden ne kaldıysa onu yok etmeye giden süreçte, kullanılacak argümanlar Şii karşıtlığı ve yeni-Osmanlıcılık olmak durumunda. Yani Lozan karşıtlığı Anadolunun parçalanmasına ilişkin bir gönderme değil de, Batı Asya’da yeni bir harita çizilirken, bir şeyler kapmak olabilir mi? Bin yıllık Türk-Kürt kardeşliğinin bu yeni haritada ‘bir koyup üç alma’ hayali gibi bir şeyler… Zaten siyasal islamın bir kanadının Lozan düşmanlığı da buradan gelmiyor mu? Bu yöntemle, Kürt siyasetinin içinde belli bir etkisi olan Şafilik ve Şii karşıtlığının ya da İran düşmanlığının canlandırılması mümkün. Umarım ki, ben yanlış düşünüyorumdur ve bu söylemler bildiride bu kadar ince düşünülmemiş ve sadece tabanı hoş tutacak bir popülist yaklaşımdır. Yakın zamanda, özellikle de Suriye’deki gelişmeleri dikkatle izleyerek neyin ne amaçla söylenmiş olduğunu daha da netleştirebileceğiz.
‘REEL SOSYALİZMİN AĞIR ETKİLERİ VE ÇETECİ ANLAYIŞLAR’ TESPİTİ
Fakat bildirinin devamındaki bir saptama muhafazakârlarla, yani bugünkü karşılığı siyasal islamcılarla iş tumanın mümkün olduğunu ortaya koyar gibi: “Diriliş devrimimizin halkımız açısından büyük gelişmelere yol açtığı 1990’lı yılların koşullarında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Kürt sorununu siyaset yoluyla çözme arayışı gelişti. Önder Apo bu arayışa 17 Mart 1993 Ateşkesi ile cevap vererek yeni bir süreç başlattı. Ancak reel sosyalizmin ağır etkileri, savaş çizgimize dayatılan çeteci anlayışlar ve derin devletin Turgut Özal ve ekibini ortadan kaldırması, Kürt inkâr ve imha siyasetinde ısrar ederek savaşı tırmandırması neticesinde bu yeni süreç sabote oldu”.
‘Sosyalizmin ağır etkileri ve çeteci anlayış’, Özal övgüsü… PKK’nın kuruluş ilkelerindeki marksist yaklaşımın özeleştirisi, değil mi? Yeni süreçte siyasal islamcılarla bir çözüm ararken, bazı yüklerden kurtulmak gerekliliğinin bir sonucu sanki.
MADEM ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI OLACAK HANGİ TARAFTA OLUNACAK O BELLİ Mİ?
Bildirinin tümüne yer vermeden gözüme çarpan saptamalarla devam edeyim: “…Lozan Antlaşmasının ve 1924 Anayasasının öncesini referans alarak, ‘ortak vatan’ ve Kürt-Türk halklarının kurucu öğe olduğu ‘Demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ perspektifini ve ‘demokratik ulus’ anlayışını Kürt sorununun çözüm çerçevesi olarak benimsedi. Cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleşen Kürt isyanları, bin yıllık tarihi Kürt-Türk ilişki diyalektiği ve 52 yıllık ‘önderlik mücadelesi’ Kürt sorununun ancak ‘ortak vatan’ ve ‘eşit yurttaşlık’ temelinde çözülmesinin kazandıracağını göstermiştir. Üçüncü Dünya Savaşı kapsamında Ortadoğu’da yaşanan güncel gelişmeler de Kürt-Türk ilişkilerini yeniden düzenlemeyi kaçınılmaz kılmaktadır”.
Son cümle, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin çağrısındaki saptamayı bölgeselden küresele çekmesi haricinde bire bir aynı denebilir. Madem ki böyle bir şeyler olacak, peki bu savaşta bin yıllık Türk-Kürt kardeşliği hangi tarafta yer alacak? Bence en önemli soru bu!
MUHALEFETE ‘FİGÜRAN OL’ ÇAĞRISI DEĞİLSE NE BU?
Hatırlarsanız, DEM Parti sözcüleri Bahçeli’nin çağrısının ardından, CHP başta olmak üzere, tüm muhalefetin ve doğal olarak TBMM’nin bu sürecin içinde yer alması gerektiğine vurgu yapmıştı. Ve o günden bu yana ne muhalefet ne de TBMM, bu sürecin içine alınmak bir yana, doğru dürüst bilgilendirilmedi bile… Ha bir çay içmek için ziyarete gidildi, ama hepsi o kadar! İşte bu noktada sürecin yürütülme tarzıyla bildiri arasında bir çelişki yok mu? Bildiride TBMM’ye önemli bir rol biçiliyor çünkü: “Bu aşamada Türkiye Büyük Millet Meclisinin tarihi sorumlulukla rolünü oynaması önemli olmaktadır. Aynı şekilde hükûmet ve ana muhalefet partisi başta olmak üzere, mecliste temsili bulunan tüm siyasi partileri, sivil toplum örgütlerini, din ve inanç topluluklarını, demokratik basın kuruluşlarını, kanaat önderlerini, aydınları, akademisyenleri, sanatçıları, işçi-emekçi sendikalarını, kadın-gençlik örgütlerini, ekolojist hareketleri sorumluluk altına girerek barış ve demokratik toplum sürecine katılmaya çağırıyoruz”. Temenni güzel de sürecin başlangıcında aktif birer aktör olmalarına imkân verilmeyen bu unsurları şimdi sahip çıkmaya çağırmak biraz ‘biz yaptık oldu, hadi destek verin’ yaklaşımı olmuyor mu?
Bu eleştirileri yapmak; bu belirsizlikleri ortaya koymak, hamasetten kaçınmak ve barışa giden yol kazalarını önlemek için bir zorunluluk gibi geliyor. Hele ki bin yıllık Türk-Kürt kardeşliğine önem veriyorsanız, hele ki emperyalist komplolarda bu iki halkın bölge halklarına karşı maşa olarak kullanılması planlarını bozmak istiyorsanız! ‘Faşist’ yaftalamalarından korkmadan konuşmanın tam da zamanıdır.