Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim 2024’te yaptığı çağrıyla başlayan süreçte, PKK’nin 11 Temmuz’da sembolik olarak silahları yakması ile yeni bir aşamaya geçildi.
Öncelikle bu satırları ‘savaşın kazananı, barışın kaybedeni olmaz’ diyerek en başından bu yana desteklemiş biri olarak yazdığımı bilmelisiniz.
Bahçeli’nin başlattığı ve iktidarın zamanla adını ‘terörsüz Türkiye’ olarak koyduğu projenin ‘yerli ve milli’ mi yoksa ABD-İsrail-İngiltere tarafından kotarılmış bir proje mi olduğu tartışması uzun süre yapıldı.
Bir projenin/politikanın ‘yerli ve milli’ olmasının halkın yararına olacağının garantisi olmadığı malum.
‘Yerli ve milli’ olduğu söylenen ve Nurettin Nebati döneminde uygulanan ekonomi programının da, Mehmet Şimşek tarafından uygulanan IMF patentli programın da halk düşmanı programlar olması bunun en tipik örneği.
Katıldığım pek çok yayında süreçle ilgili olarak sıklıkla sorulan ‘durduk yere şimdi nereden çıktı bu süreç’ sorusuna ‘karşılıklı zorunluluk’ diye yanıt verdim.
Hâlâ da öyle olduğunu düşünüyorum.
Nitekim DEM Parti’nin İmralı Heyetinde yer alan ve uzun yıllar Abdullah Öcalan’In avukatılığını da yapan İstanbul Milletvekili Cengiz Çiçek de silahlar yakılmadan önce İstanbul’da bir sivil toplum örgütünde süreçle ilgili olarak sorulan ‘nereden icap etti bu süreç. Bahçeli’ye ve Erdoğan’a güveniyor musunuz?’ sorusuna ‘karşılıklı zorunluluk’ olarak yanıt vermişti.
Şüphesiz Türkiye Cumhuriyeti de PKK de kendileri açısından silahların susmasını artık zorunlu olarak gördükleri haller Ortadoğu’da son 20 yılda yaşananlardan bağımsız değil.
Suriye’de oluşan durum ve İran’da yaşanacak muhtemel gelişmeler bu ‘zorunluluk’ halini yaratan temel faktör.
Devlet ve örgüt açısından zorunlu hali yaratan durumlar başka bir yazının konusu olsun. Ama gelinen noktada ‘Bundan sonra ne olacak’ sorusuna yanıt aramaya çalışalım.
İktidar tarafı başından bu yana ‘bu süreç bir pazarlık ya da al-ver süreci değil. Hiçbir şart yok’ dese de orta uzun vadede PYD’nin Suriye’deki statüsünü tanımak konusunda bir konsesnüs olduğu artık açıkça görülüyor.
Nitekim sürecin düğüm noktasının da Rojava olduğunu 22 Ekim’den sonra istikrarlı şekilde dile getirdim.
Bunun zamana yayılarak iletişiminin yapılacağı anlaşılıyor.
Diğer bir pazarlık meselesinin ise ‘anayasa değişikliği’ konusunda olacağı söyleniyordu.
Yine bu konuda iktidar tarafı meselenin bir anayasa değişikliği meselesi olmadığını defalarca dile getirdi. Bahçeli’nin çağrısını yaptığı Meclis komisyonunun ise süreçle ilgili “bazı hukuki adımlarla” ilgili çalışacağı söylendi.
Peki DEM Parti tarafı bir anayasa değişikliği konusunda Cumhur İttifakı ile birlikte hareket eder mi?
Ortada henüz bir anayasa taslağı olmadan bu konuda kesin bir şey söylemek sadece DEM Parti için değil, tüm diğer partiler için de mümkün değil.
HDK Eş Sözcüsü ve eski HDP Milletvekili Ali Kenanoğlu katıldığımız bir yayında meslektaşım Ali Kemal Erdem’in ‘Cumhur İttifakı’nın getireceği bir anayasa değişikliğine destek vermeniz konusunda Öcalan’dan bir çağrı gelirse partinizin tavrı ne olur’ sorusuna şöyle yanıt vermişti:
“Böyle bir çağrı gelmez. DEM Parti’nin pek çok bileşeni var ve böyle bir dayatma olursa ortada parti kalmaz.”
Amaç bir anayasa değişikliği ile Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adaylığı için tüm sınırları kaldırmak da değilse o halde başka bir siyasi hedef mi var?
Tayyip Erdoğan’ın partisinin Kızılcahamam’daki kampında dile getirdiği ‘Türk-Kürt-Arap ittifakı’ söylemi, ‘Ümmet temelli yeni bitr usul inşa edilmeye mi çalışılıyor?’ tartışması başlattı.
Ayrıca ‘Biz AK Parti, MHP ve DEM Parti olarak bu yolu beraber yürümeye karar verdik’ demesi de başta anamuhalefet partisi CHP olmak üzere pek çok kesimin tepkisini çekti.
Nitekim ‘terörsüz Türkiye’ sürecine destek veren CHP Genel Başkanı Özgür Özel de
Özel, “Çıkmış Kürt-Türk-Arap. Hesap Kürtlerin temsilcisi DEM, Türklerin temsilcisi MHP, Arapların temsilcisi kendisi. Bir çatı kuracak. Çatıda vatandaşlık bilinci değil ümmet bilinci olacak. Sünni Müslümanlık üzerinden yeni bir ittifak kuracak aklı sıra bunun üzerinden yeni ittifakla yürüyecek. Biz şehit gelmemesi için her şeyi yaparız. CHP olarak durmamız gereken yerde dururuz ama Türkiye’ye ümmetçilik mezhepçilik üzerinden bu coğrafyada sana hesap yaptırmayız” dedi.
Erdoğan ise Özel’e “Çıkmış bizi ümmetçilikle suçluyor. Ya Allah aşkına, ümmetin dirliğini, birliğini, beraberliğini savunmak ne zamandan beri suç oldu! Tabii bunlar ümmet bilinci nedir bilmezler” diye yanıt verdi.
Aslında tartışmanın ümmet/millet eksenine kayması, taraflar AKP ve CHP olunca Erdoğan’ın bayılacağı bir durum. Bu tartışmadan siyaseten kendisine ‘ekmek’ çıkacağını da iyi bilir.
Peki Erdoğan’ın “bu yolu beraber yürümeye karar verdik” dediği DEM Parti, ümmet temelinde bir yol arkadaşlığı konusunda ne düşünüyor?
Abdullah Öcalan’ın çağrısında yer alan ‘Demokratik toplum’ modeli, Cumhur İttifakı tezgahında ‘ümmet kardeşliği’ne dönüşürse DEM Parti bu yolu beraber yürümeye devam edecek mi?
Öcalan’ın çağrısında yer alan “demokratik toplum sosyalizmi “ modeliCumhur İttifakı’nın ümmet modeli ile ne kadar uyumlu olacak?
Bu ülkenin seküler kesimleri, gayrimüslimleri, Ermeniler, Süryaniler, Ezidiler bu ümmet birliğinin neresinde ne şekilde yer alacak?
Örrneğin Alevi yurttaşlar bu ümmet kardeşliğinin içinde mi yoksa dışında mı kalacak?
Yarın İran’la yaşanbilecek bir sorunda, Şiiler ümmet kardeşliği içinde mi değerlendirilecek yoksa mezhep temelli bir ümmetçilik mi bu?
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana uygulanan kimi politikalarve uygulamaların doğruluğu veya yanlışlığı tartışılabilir şüphesiz. Ancak Osmanlı’ya bile çare olmamış bir ümmetçilik anlayışını 150 yıl sonra getirip bu ülkenin çözümü olarak dayatmaya kalkarsanız, sadece ABD ve emperyalizme hizmet etmezsiniz, o herkesin büyük bir özenle koruyup büyütmesi gereken ‘Barış’ fidanına ilk baltayı da siz vurmuşl olursunuz.
Tarihi geriye doğru işletmeye çalışan fantastik arayışlar her zaman insanlığa felaketler getirdi. Barışın inşası için sorumluluk üstelenen DEM Parti’yi ümmetin inşasının bir aparatına dönüştürmeye kalkarsanız önce kendi tabanının büyük bir bölümü ile karşı karşıya getirirsiniz sonra da barışı savunacak muhatap bulmakta zorlanırsınız.
ABD’nin Ankara büyükelçisi ve Trump’ın Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın Türkiye’ye önderdiği “Osmanlı millet sistemi” modeli, TRT’nin propaganda dizilerinde yıllardır kurulan bir fantezi olarak birilerine parlak bir fikir gibi gelebilir ama denemesi Türkiye’yi Lübnanlaştırmayla sonuçlanır.
Eğer gerçekten istenen bu değilse, ümmet ulusu modeli sadece emperyalizme hizmet etmez, barışa da zarar verir.
Antikapitalist olunmadan antiemperyalist olunamayacağını kavrayan bütünleşik bir fikri mücadeleyi inşa etmek de Türkiye’nin sosyalistleri ve solcularının birinci ödevi olmalı.