Temsili demokrasinin krizi tüm dünyayı kuşatmış durumda. Geçen yüzyılın ilk yarısına damgasını vuran otoriter rejimler, temsili demokrasiyi doğrudan tehdit ederken, bugünün sermaye merkezli algı operasyonları, halk iradesi üzerinde gizli ve yumuşak hegemonya kurmuş durumdadır. Halkın talepleri ve iradesinin, siyasetin önceliği haline gelmesi, yeni bir toplumcu bakışı zorunlu kılıyor.
Toplumu sadece nesne ve oy deposu olarak gören temsil siyaseti, toplumsal fayda ve kamu yararından sistematik biçimde uzaklaşıyor. Kişisel kariyer planlamaları, hızlı zengin olma yolları, yakınları kollama ve kayırma alışkanlıkları, parti politikasıymış gibi savunuluyor, normalleştiriliyor. Bu da toplumun siyasete olan güvenini sarsıyor. Toplumun yeni bir umutla siyasal mücadeleye katılması, ancak yeni bir toplumcu bakış açısıyla mümkün olabilir. Etnik ve inançsal fay hatlarını, kutuplaştırma politikalarını, aşabilecek bir toplumsal inşa süreci, yeni bir yurttaş bilinci ile mümkün olabilir. Kamplaşmanın, kayıkçı kavgası ve danışıklı dövüşe dönüşmesi, liyakatsızlığı ve yolsuzluğu örtme işlevi görüyor.
Şeffaflığı ve katılımcılığı, toplumsal siyasetin olmazsa olmazı olarak görecek bir yaklaşım, toplumun bütün kesimlerince sahiplenilen bir perspektif geliştirebilir. Şiddetin ve kör terörün zemin bulduğu gettolaşma siyaseti, ancak böyle aşılabilir. Toplumun herhangi bir kesiminin, diğer kesimler üzerinde baskı kurması, yaşama biçimine müdahale etmesi, kendi ütopyalarına mahkum etmesi, ne adına olursa olsun kabul edilemez.
2025 yılının son günlerinde muhtemelen Suriye politikasıyla da bağlantılı olarak, yaygın biçimde yürütülen, IŞİD operasyonları dolayısıyla 3 polisin hayatını kaybetmesi, herkes, hepimiz için büyük dersler içeriyor.
Şiddeti ister inançsal, ister etnik, isterse bir başka ideolojik gerekçeye dayanarak normalleştirmek kabul edilebilir bir durum değildir.
Toplumun bütününün farklılıklarla ortaya çıkan zenginliğini, çeşitliliğini, çoğulcu yaklaşımla ele almadan, toplumcu bir bakış geliştirilemez.
Türkiye’nin, geçmişin kavgalarından sıyrılarak, yarınlara dair daha insanca ve uygarca yaşanabilir bir ülke inşasına odaklanması gerekir.
Tarihin kırılma dönemlerinde, Anadolu’nun Fetret günlerinde, geniş toplum kesimlerinin dayanışma ağları, aynı zamanda bir uyanışın da altyapısını oluşturmuştur.
Ahilik kültüründen, Kuvayi Milliye ruhuna kadar, toplumu merkeze koyan her toparlanma ve ayağa kalkma hamlesi, bir ‘yeniden doğuş’un müjdesi olmuştur.
Orta Doğu’nun içerisine sürüklendiği yeni kırılmalar, iç savaşlar, harita operasyonları karşısında, 2026’yı yeni bir umutla karşılayabilmenin en büyük güç kaynağı, yine toplumun kararlılığı ve iradesinde aranmalıdır.
