Bir annenin sesiyle başlamak gerekir bazen.
Gazete arşivlerinde defalarca karşımıza çıkan o cümleyle:
“Ne olur kurtarın, çocuğum gidiyor.”
Türkiye’de uyuşturucu haberleri çoğu zaman üçüncü sayfalarda kısa başlıklarla geçer. Bir annenin feryadı, bir evin dağılışı, bir gencin kaybı… Okur, bakar ve geçer. Ama bu haberlerin arkasında aynı hikâye tekrar tekrar yaşanır. Uyuşturucu kullandığı için ailesine şiddet uygulayanlar, evini yakanlar, sokakta kendinden geçenler… Hatta annesini öldürüp sonra “ne yaptığını hatırlamayanlar.” Bunlar istisna değil; görmezden gelinen gerçeklerdir.
Bu yüzden uyuşturucu, “kişisel tercih” denilip geçilecek bir mesele değildir. Bu ülkede anneler kameraların karşısında çocuklarının fotoğraflarıyla yalvardı. “Satıcılar mahallemizde”, “çocuğumu kaybediyorum”, “devlet nerede?” diye sordu. Çoğu zaman cevap alamadılar. Çünkü mesele yalnızca kullanan gençler değil; onları bu noktaya sürükleyen ağlar, görmezden gelinen örgütlenmeler ve dokunulamayan isimlerdi.
Gazetelerde yer alan her olay aslında daha büyük bir hikâyenin parçasıydı:
Yoksulluk, umutsuzluk, sahipsizlik ve sistemli bir zehirlenme.
Ama biz bu hikâyeyi konuşmak yerine konforlu bir yere sığınıp tek bir cümleyle geçiştirdik:
“Bireysel tercih.”
Oysa bireysel tercihin bu kadar çok evi yıkması mümkün mü?
Bu kadar çok annenin aynı cümleyi kurması tesadüf mü?
Burada mesele, uyuşturucu kullananı romantize etmek ya da her şeyi “mağduriyet” parantezine almak değil. Mesele, acının gerçekliğini görmek. Suçu sıradanlaştırmadan, failin arkasına saklanmadan ama sistemi de aklamadan konuşmak.
Çünkü bu ülkede uyuşturucu sadece bir madde değil;
bir çürüme biçimi,
bir örgütlenme,
bir suskunluk anlaşmasıdır.
Ve tam da bu noktadan sonra mesele yalnızca uyuşturucu olmaktan çıkar.
Bu, suçluların korunması düzeni meselesine dönüşür.
Dünyaya bakalım. Epstein dosyası ortada. Çocuklara sistematik biçimde zarar verilen, istismar ağlarının kurulduğu, siyasetten iş dünyasına uzanan ilişkiler açığa çıktı. İsimler yazıldı, bağlantılar konuşuldu. Peki ne oldu? Dosyalar büyüdü ama sorumluluk küçüldü. Güçlü olanlar ya korunarak ya zamana yayılarak sistemin dışına çıkarıldı.
Siyasette de tablo farklı değil. Bir siyasetçi suç işlediğinde bu “bireysel hata” olur. Bir yönetici yaptığında “yanlış anlaşılma”. Bir ünlü yaptığında “özel hayat”. Bir sermaye sahibi yaptığında “talihsizlik”. Ama aynı suç yoksul birinin eline geçtiğinde bir anda ahlak, düzen ve kamu güvenliği hatırlanır.
Uyuşturucu burada sadece bir örnek.
Çocuk istismarı da öyle.
Yolsuzluk, şiddet, suç örgütleri de…
Sorun şu:
Suç yukarı çıktıkça hafifler.
Aşağı indikçe ağırlaşır.
Bu yüzden sokakta yakalanan hep aynı insanlar olur.
Ama o sokağı zehirleyen ağlara gelince bir sis çöker.
Dosyalar kaybolur, deliller eksilir, davalar uzar.
Ve toplum da bu düzene alışır; hatta zamanla alkışlar.
“Dokunulmazlar” ile “harcanabilirler” arasında sessiz bir anlaşma kurulur.
O noktada artık şu soruları sormak zorundayız:
Ünlü olunca suç affediliyor mu?
Siyasetçi olunca ceza erteleniyor mu?
Paran varsa adalet senin için daha mı yavaş işliyor?
Eğer cevap evetse ki pratikte evet, o zaman adalet bir ilke olmaktan çıkıp sınıfsal bir ayrıcalığa dönüşmüş demektir.
Boşuna söylenmemiştir o eski söz:
“Mahkemeye güçlü gelince, adalet gider.”
Bugün yaşadığımız tam olarak budur.
Suçlular korunuyor, suç sıradanlaşıyor, adalet ise sadece güçsüzlere hatırlatılıyor.
Bu ülkede yeni bir refleks gelişti: Herkes kendi suçlusunu savunuyor.
Artık suçun kendisiyle değil, failin kimliğiyle ilgileniyoruz.
Bizdense korunuyor, bizden değilse linç ediliyor.
“Bizim taraftarımız”,
“Bizim partimiz”,
“Bizim mahallemiz”,
“Bizim takımımız”,
“Bizim sanatçımız”…
Bu “bizim” dili ahlakı öldürüyor. Çünkü suç, bir noktadan sonra suç olmaktan çıkıyor; aidiyet testine dönüşüyor. Suçlu “bizim” taraftaysa korunuyor, “öteki” taraftaysa yerden yere vuruluyor.
O zaman sormak zorundayız: Suçlu kim?
Hep yoksullar mı?
Hep güçsüzler mi?
Hep sesi çıkmayanlar mı?
Ünlüysen, tanınmışsan, bağlantıların varsa, doğru yerde duruyorsan suçun daha mı az suç oluyor? Hukuk herkes için değil de sadece bazıları için mi çalışıyor?
Suçluyu savunmak merhamet değildir.
Suçu görmezden gelmek vicdan değildir.
Bunun adı ikiyüzlülüktür.
Ve bu ikiyüzlülük sürdükçe adalet sadece bir kelime olarak kalır.
Herkes suçlusunu savundukça suç büyür;
hesap sorulmadıkça çürüme yayılır.
Bir toplum, suçla arasına mesafe koymadığında; adaleti değil, sadece kendini ve ait olduğu yeri kurtarmaya çalışıyordur.
