İnsanlık uzun zamandır aynı vaadin peşinde:
Daha düzenli bir dünya, daha güvenli bir toplum, daha mutlu bireyler.
Bu vaat bazen iktidardan gelir, bazen muhalefetten. Kimi zaman korkuyla, kimi zaman umutla sunulur. Cümle hep tanıdıktır: “Beni seçersen, daha iyi yaşayacaksın.”
Ama sormadan geçiyoruz:
Her şeyin kusursuz olduğu bir düzende insan hâlâ insan kalabilir mi?
Bu sorunun izini yalnızca siyasette değil; bilimde, edebiyatta, romanda ve sinemada sürüyoruz. Çünkü her “ideal toplum” vaadi, bedelini hep bugünde ve canla ödeyecek olanları vardır.
Davranış bilimci John B. Calhoun’un ünlü fare deneyleri tam da bu noktada çarpıcı bir örnek sunar. Fareler için kusursuz bir yaşam alanı kurulur: sınırsız yiyecek, sınırsız su, barınma sorunu yok, hastalık yok, dış tehdit yok. Başlangıçta her şey yolundadır. Nüfus hızla artar, düzen işler.
Ama zamanla bu ütopya içten içe çöker.
Toplum keskin biçimde ayrışır: Merkezde kalanlar ve kenara itilenler… Kaynaklara erişebilenler ve dışlananlar… Dışlanan erkek fareler ya aşırı saldırganlaşır ya da tamamen içe kapanır. Bazıları önlerinde yiyecek olmasına rağmen yemeyi reddeder; yaşama karşı kayıtsızlaşır, açlıktan ölür.
En çarpıcı çözülme ise sosyal ve cinsel davranışlarda görülür. Bağ kurma bozulur, rastgele ve yönsüz cinsel davranışlar artar; bazı bireylerde ise tamamen cinsel ilgisizlik gelişir. Dişiler doğumu reddeder, yavrularını terk eder ya da öldürür. Burada mesele “tercih” değildir; anlamsızlaşan sosyal yapı ve sürekli baskının yarattığı bir çözülmedir.
Deneyin en ürpertici grubu “beautiful ones” olarak adlandırılır: Fiziksel olarak kusursuz, bakımlı, sakin… Ama bağ kurmayan, üremeyen, çatışmadan tamamen çekilmiş bireyler. Hayattadırlar ama yaşamıyorlardır.
Dış koşullar değişmemiştir. Ne kıtlık vardır ne de tehdit. Çöküş yokluktan değil; fazlalıktan, eşitsizlikten ve anlam kaybından gelir.
Ve asıl rahatsız edici gerçek şudur:
Düzeni bozan şey kaynak eksikliği değil, gücün merkezde toplanmasıdır. Kendini “doğal seçkin” ilan eden güçlü erkekler, kaynakların başına geçer, erişimi kontrol eder, ötekiler yaratır. Şiddeti meşrulaştırır, korku üretir. Yani düzen, yoksulluktan değil; gücün tekelleşmesinden çöker.
Bugün de tablo değişmiş değildir. Dünyada milyarlarca insanı besleyecek yeraltı ve yerüstü kaynakları varken, bu kaynaklara erişim hâlâ birkaç grubun elindedir. Üstelik bu gruplar yalnızca ekonomik gücü değil; siyaseti, medyayı ve anlatıyı da kontrol eder. Ve tam da bu eşitsizliği üretenler, toplumun karşısına çıkıp “daha adil bir dünya” vaat eder.
Bu düzen insanlara doğal ve kaçınılmaz gibi anlatılır. Oysa mesele kader değildir. Mesele, gücü elinde tutanların kurduğu ve koruduğu bir sistemdir. “İdeal toplum” söylemi, eşitsizliği gizler; itirazı bastırır; sorgulayanı uyumsuz ilan eder.
Ancak burada farelerle insanlar arasındaki temel fark ortaya çıkar. Farelerin iradesi yoktur. İnsan ise sorar, itiraz eder, örgütlenir, hesap sorar. Bu yüzden kurulan her düzen için insan her zaman daha tehlikelidir.
Bu tehlikeyi ortadan kaldırmanın yolu baskı değil, kontroldür. İtirazı yasaklamak değil, anlamsızlaştırmaktır. Medya, siyasal vaatler, korku ve umut üzerinden kurulan anlatılar bu işlevi görür. Amaç aynıdır: İnsanın itiraz etme iradesini felç etmek.
Ve soru daha karanlık bir hâl alır:
Eğer insanın duyguları bastırılırsa, acısı silinir, öfkesi törpülenir, vicdanı köreltilirse ne olur?
İnsan hâlâ insan kalabilir mi?
Sinema ve edebiyat bu soruyu açıkça sorar.
Uyumsuz (Divergent), tek kalıba sığmayan insanı tehdit ilan eden bir düzeni anlatır.
Equilibrium, duyguların ilaçla yok edildiği bir dünyada insanlığın nasıl susturulduğunu gösterir.
The Giver, acıyı yok ederek insanı öznesizleştiren bir toplum tasvir eder.
Bugün bu kontrol için ilaçlara bile gerek yoktur. Telefonlar, medya, pompalanan yaşam tarzları; ne düşüneceğimizi, neye korkup neye umut bağlayacağımızı belirler. Zamanla bu dayatmalar insanın kendi sesi sanılır.
Ortaya çıkan tablo ironiktir:
İnsana dair her şeyin düzenlendiği bu dünyada, insan olmak bir arıza hâline gelir.
İktidar da muhalefet de benzer bir dil kurar: Daha iyi bir gelecek, daha mutlu bireyler… Ama bu ideal dünya hep ertelenir. Bugün ise sabır, itaat ve fedakârlık istenir.
Gerçek şu: “İdeal toplum” hiçbir zaman herkes için tasarlanmaz. Merkezde dar bir seçkinler grubu vardır. Geri kalanlara ise hiç gelmeyen bir mutluluk vaadi bırakılır.
Belki de mümkün olan, kusursuz bir toplum değildir.
Mümkün olan; insanın zaaflarını, çelişkisini, acısını ve vicdanını kabul edebilen toplumlardır. Çünkü kusursuzluk vaadi insanı ezer; vicdan ise insanı ayakta tutar.
Vicdanıyla hareket edenler, doğruyu ezberden değil, hakikati arayarak bulur. İnsan, kendisini ve ötekini vicdanının terazisine koyabildiğinde insan kalır.
İdeal insan yok.
İdeal toplum yok.
İdeal yönetim yok.
İnsan olmak, kusursuz olmak değil; kusurunun farkında olmaktır. Baskıyla iyileştirilen insan değil, yalnızca davranıştır. Oysa insan kalmak, insanın kendi iç yolculuğunda mümkündür.
Yanlış ve bozuk sistemlerde yalnızca yönetenlerin değişmesi, sistemin değiştiği anlamına gelmez. Vicdan güçten, hakikat çıkardan üstün tutulmadan hiçbir düzen insanı özgürleştirmez.
Belki de bugün en radikal duruş, kusursuzluk vaatlerine kapılmamak; korku ya da umutla yönetilmeyi reddetmek ve her şeye rağmen insan kalmakta ısrar etmektir. Çünkü insanlık, ancak insan olmayı hatırladığında iyileşir.
İnsan olmak ise yalnızca var olmak değil; vicdanla hareket etmek, paylaşmayı göze almak ve “bana ait olan” ile “hepimize ait olan” arasındaki çizgiyi yeniden düşünmektir. Tam da bu noktada mesele, kaynakların varlığı ya da yokluğu değil; onları nasıl ve kimler için kullandığımızdır.
Dünya, insan kaldığımız sürece hepimize yetecek kadar kaynağa sahiptir.
Ve dünyada düzeni bozan şey kıtlık değil, paylaşılmayan bolluktur
