Haziranın ilk haftasında herhalde gündemi en çok meşgul eden konulardan biri İzmir Büyükşehir Belediyesi (İzBB) ile Türkiye Genel Hizmetler İşçileri Sendikası (Genel-İş) arasındaki anlaşmazlıktı. Bu gerilime taraf olanlar ise hemen hemen herkesti!.. ‘İşçi hakları’, ‘eşit işe eşit ücret’, ‘grev hakkı’, ‘işçi düşmanlığı’, ‘İzmirliler’in bencilliği ve üstenciliği’, ‘Doğulu yurttaşlara yönelik suçlamalar’, ‘CHP belediyeciliği’, ‘sarı sendikacılık’, ‘DİSK’in AK Parti’nin bir aparatı olup olmadığı’ gibi onlarca çoğu saçma sapan konu gündeme geldi.
Mesele 23 bin belediye işçisinin greve gitmesi ve belediyenin temel hizmetlerinin felce uğramasıydı. Ülkenin gündeminde ilk sıraya oturan, tam da gerici otoriter iktidarın istediği gibi, İzBB’nin daha doğrusu Belediye Başkanı Cemil Tugay’ın ‘işçi düşmanı’ oduğuna ilişkin bir algı yaratan yedi gün!.. Tabii sadece bir bölüm insan için, zira bir o kadar insan da sendika ve belediye işçilerine demediklerini bırakmadılar.
O KADAR İTİŞ KAKIŞA NE GEREK VARDI PEKİ!
DİSK Ege Bölge Temsilcisi Memiş Sarı’nın açıklamalarına göre belediyenin iştiraki olan İZDOĞA, İZBETON ve İZULAŞ’taki işçiler yaptıkları işe göre farklılık göstermek üzere 59 bin, 64 bin, 74 bin ve 81 bin TL ücret alıyordu. Greve çıkan İZELMAN ve İZENERJİ’deki işçilerin maaşı ise 36 bin TL ile 40 bin TL arasındaydı. ‘Eşit işe eşit ücret’ meselesi işte bu…
Sarı, beş buçuk aydır süren zam görüşmelerine yüzde 80 taleple başladıklarını ve son aşamada bu taleplerini yüzde 45 olarak revize ettiklerini; buna karşılık belediyenin ise yüzde 29 zam önerdiğini söyledi. Sonuçta o kavga gürültünün ardından sendika yüzde 30’a razı oldu. Bu da tabii ayrı bir garabet!.. Genel-İş’in talep ettiği ücret ve haklarda değil, İzBB’nin istemeye istemeye vermek zorunda kaldığı bir formülde anlaşıldı. Grev sonrası İzBB ilk altı ay için zam teklifini yüzde 29.16’dan yüzde 30’a, ikinci altı ay için ise yüzde 10’dan yüzde 19’a yükseltti. Sendika bu teklifi kabul etti. Böylece belediyede en düşük maaş 66 bin TL olurken, en yüksek maaş ise 81 bin TL’ye yükseldi. Yani yoksulluk sınırına yakın bir miktar. Yoksulluk sınırının, yani gıda harcamaları dahil temel ihtiyaçların karşılanabilmesi için haneye girmesi gereken gelir… O miktar 81 bin 734 TL; belediyede çalışanların aldığı en yüksek ücrete denk geliyor. Tabii bu haneye giren gelir, yoksa bu ülkede bir işçinin eline geçen ortalama ücret asgari ücretin bir tık fazlası.
YEREL YÖNETİMLERDE HER ŞEY YANLIŞ İŞLİYOR
Tabii ki bu meselenin temelinde, başta enflasyon olmak üzere, yapısal ekonomik sorunlar yatıyor. Bunun sorumlusunun AK Parti iktidarları ve Cumhurbaşkanı Hükûmet Sistemi (CHS) olduğunu tekrar tekrar anlatmaya gerek yok, zaten millet biliyor.
Ancak, bu toz duman arasında ortaya çıkan pek çok sorun var. Herkes sendika ve belediyeye odaklandı, ancak meselenin temelinde bir genel sorun, yani bir türlü dezenflasyon sürecinin başarıya ulaşamaması ve üzerine bir de durgunluğun gelmesi var, bir de artık mutlaka çözülmesi gereken, kangrenleşmiş yerel yönetimlerin yapısal sorunları… İlkinin ne büyük bela olduğunu her gün yaşayarak görüyoruz. İkincisi ise her yetkilinin bildiği, ama bir türlü çözüme yönelik bir adım atmadığı bir mesele… Yerel yönetimler felç olmuş durumda. Mış gbii yapılarak bu çarpık düzen sürüyor. Garip olan şu ki, bu düzeni sürdürmekten rahatsızmış gibi yapanların bile doğru dürüst bir örnek uygulaması yok!
AK Parti belediyeciliğinin yolsuzluk, iane kültürü, kamu kaynaklarını peşkeş çekmek ve har vurup harman savurmak üzerine işlediğini biliyoruz zaten. MHP’nin birkaç belediyesinde kayırma ve yolsuzluk olduğu da belli. İYİ Parti’nin zaten birkaç belediyesi var, ne yaptıklarını bilmiyorum, ama şahane olmadığı kesin. Kalıyor CHP ile DEM Parti, her ikisinde örnek gösterilecek pek bir şey yok. Yolsuzluk daha azdır, yatırımlar biraz daha rasyonel olabilir, ancak iş kayırma ve popülizme geldi mi, onlar da bu ters giden kervana gayet iyi uyum sağlayabiliyor.
HER TÜR VESAYET, EYYAMCILIK, VİZYONSUZLUK VE İKİYÜZLÜLÜK
Belediyeleri kuşatan sorunlar saymakla bitecek gibi değil: Merkezi otorite vesayeti, yani atanmışların seçilmişler üzerindeki yetkileri, yetmiyormuş gibi bir de kayyım ilk akla gelen… Bunun yanı sıra mali özerkliğin olmayışı en önemli sorunlar arasında, belki de ilk sırada olmalı… Bir o kadar önemli mesele parti vesayeti, yani belediye başkanlarının bir şekilde parti büyüklerinden gelen ricaları ya da emirleri yerine getirmek zorunda kalması… İstihdam politikası derseniz, tam bir rezalet, particilik, hemşehricilik, akraba kayırma, büyükşehir belediyelerinden yollanan ‘mikro kayyımlar’, bazı yancı sivil toplum örgütlerinin parlattığı hiçbir işe yaramayan danışmanlar… Sonuç gereksiz şişkin, liyakatsız, iş ahlâkından bihaber şişkin kadrolar! Hesapta belediye bütçesinde ücretlerin payı toplam bütçenin yüzde 30’unu geçmemeli ya, yalanın dik alası! Bütçede al takke ver külah bir şeyler yapıp bunu maskeliyor hemen her belediye. Pek çoğunda bütçenin yüzde 70’i ücretlere gidiyor. Böyle bir bütçeyle hangi temel hizmeti doğru düzgün verebilirsiniz? Belediyeyi borç yükünden nasıl kurtarabilirsiniz?
Bu sorunların çözülebilmesi için halkın da katılımıyla bir yerel yönetim reformunun yapılması şart. Bu öyle evrimsel bir süreç de olmamalı, bayağı bir ameliyat olmalı. Katılımcı, demokratik, verimli ve etkin yerel hizmetlerin sunulabildiği belediyeler için başka bir çözüm yolu yok. Tabii ki bu bir zihniyet meselesi ve bu düşük siyasi kültürün egemen olduğu bir ortamda hayata geçmesi mümkün değil. Kabaca durum bu…
Bu yerel yönetimlere ilişkin sorunlar, sendikacılığın geldiği durum ise bambaşka bir sorunlar öbeği! İzmir’de yaşananlarda DİSK ana aktör, ama konfederasyondaki diğer sendikaları bir yana bırakıp, belediye sendikacılığı üzerine birkaç söz söylemekte fayda var. Zira belediyelerde örgütlü sendikaların durumu, yerel yönetimlerin içinde bulunduğu batakta bir başka etmen.
‘CANIM CİCİM BAŞKANIMDAN’DAN ‘İŞÇİ DÜŞMANLIĞI’NA ANLIK GEÇİŞLER
Belediyelerde örgütlü sendikaların yönetimlerinin belediye yönetimiyle kurduğu ilişkiler biraz önce yukarıda saydığım kayırmacılık, liyakatsizlik, eyyamcılık üzerinden şekilleniyor. Bu hem belediye memurlarının örgütlendiği sendikalar için geçerli hem de belediye işçilerinin örgütlendiği sendikalar için… Biraz yerel gazetelerle belediye bürokrasisi arasındaki o kirli ve basit ilişkiyi andırır şekilde bir hâl bu! Ortak çıkar ağı varsa ‘canım cicim belediyem’, işler yolunda değilse ‘halk düşmanı yolsuz belediye’ hesabı… Bunun yanı sıra tabii işin içinde pek çok siyasi ayak oyunu da olabiliyor. Bazı grevleri ve zamanlamalarını hatırlatayım, ki ne hikmetse bu grevler genelde CHP’li belediyelerde, seçim arifesinde aday adaylarının birbirlerine girdiği dönemlere denk geliyor. Tabii en vurucusu sokak ve caddelerde çöp dağlarının boy göstermesi, genelde eğer belediye başkanı yeniden adaysa böyle bir şeyler oluveriyor. Kazıyın, ardında sendikanın o şubesinin yönetimiyle bir aday adayı arasında bir bağlantı çıkar ortaya. Bunun bir örneğini 2019 yerel seçimlerinde Şişli’de bizzat gözlemlemiştim. Ama bu kez CHP’ye karşı DSP adayının bir işi olduğu aşikârdı. Benzer bir örnek daha önceki bir seçimin hemen ardından Beşiktaş’ta BELTAŞ’ta yaşanmıştı. Örnekleri çoğaltabilirsiniz. Sadece İzmir’deki gelişmelere baktığımda, bir önceki belediye başkanının çıkışlarıyla sendika yönetimi arasında bir bağlantı olduğunu sezmek mümkün.
SİYASİ AYAK OYUNLARIYLA ‘DEVRİMCİLİK’ TASLAMAK
Gelelim sendika yöneticilerinin tutum ve demeçlerine… Aileleriyle beraber İzmir’de 500 bin oyları olduğu gibi bir palavra sıkıp iktidara göz kırpmak, belediye başkanını partisinin nezdinde zora sokmak gibi düşük siyasi söylem mi istersiniz, yoksa çöplerin önünde belediye başkanıyla saçma sapan diyaloglar mı? Bunların hepsi oldu… DİSK’in 1980’lerden bu yana sınıf sendikacılığından çok uzaklaştığını zaten biliyoruz da bu kadar cari siyasetin seviyesizliğine büründüğüne şahit olmak üzücü! Bazı fanatik CHP’lilerin iddialarına, işçi düşmanlığına varan saldırılarına tabii ki katılmak mümkün değil. Ayrıca Cemil Tugay’ın kriz yönetimini bir kenara bırakın, belediye başkanlarında olması gereken halkla ilişkiler ve hitabet gücünün neredeyse sıfır olduğunu da söylemek gerek. Bu arada kendi partisindeki pek çok siyasiden çelme yediğine de eminim. Ancak adamı ‘işçi düşmanı’ olarak yaftalamak kadar haksız bir yaklaşım olamaz. Ki bu da diğer bazı belediye başkanlarının popülist tutumundan kaynaklanıyor. O biraz dürüst davranıp “Ben bu ücretleri verirsem, İzmirliler’e temel hizmetleri bile sunamam” demeye getiriyor ve bu mali özerklikten yoksun belediyeler için geçerli bir durum.
Ancak İzBB ve Genel-İş arasında süren gerilim ve söylemlerin bir arka planı var ki, işte o hem Türkiye’de siyasetin hem de yerel yönetimlerde birikmiş sorunlar ve çarpıklıkların bir sonucu. Hatta genel olarak Türkiye’de yaşanan siyasi ve sosyal çürümenin… Ve bundan nasibini her kesim alıyor.
SELEFİN HALEFE YAPTIĞINI DÜŞMANLAR YAPMAZ!
Öncelikle biraz geriye saralım, son yerel seçimler öncesine bir bakalım. Aday adayı olan belediye başkanlarının bir bölümü, kendisini destekleyecek kendi partisinden ya da ittifak içindeki partilerden kişileri ya da o kişilerin önerdikleri isimleri belediyede işe aldı. Aday adaylığında takılıp aday olamayınca ise kendi partisinden aday belirlenen kişinin ileride başına çorap örmek için elinden geleni ardına koymadı. Toplu iş sözleşmelerinde babasının parasını harcar gibi gibi bonkör davranan da onlardı, belediyeyi arpalıktan duble arpalığa çeviren de onlardı. Sanki aday olmalarını ilahi bir emir gibi gören bu güç zehirlenmesinden muzdaripler, bugün çıkmış tüm bu sorunların müsebbibi oldukları halde, ateşe körükle gitmekten imtina etmiyorlar. Bir önceki dönem İzBB’de başkan koltuğuna oturan Tunç Soyer’in yaptığı da çok farklı değil. Görevinin son günlerinde imzaladığı toplu iş sözleşmesine ilişkin açıklamasında sarf ettiği cümlelere bakın: “Yerel seçime beş gün kala yaptığımız ve 5 bin 800 işçiyi kapsayan toplu iş sözleşmesi bu grevin adeta müsebbibi olarak gösterildi. Oysa o dönem büyükşehir belediye başkan adayımız dahil pek çok aday sözleşmenin imzalanmasının alacakları oya pozitif katkı yapacağı konusunda çok net oldukları için bir an evvel yapılmasını arzu ediyorlardı. Dolayısıyla o günün koşullarında yeni seçilecek yönetimi zora düşürmek değil tam tersine kolaylaştıracak bir etki yapacağını bildiğim için ve SODEMSEN aracılığıyla yürütülen müzakereler mutabakatla sonuçlandığı için toplu iş sözleşmesi imzaladık”. “Yani ben yaptım diğerleri destekledi, zaten kesin onlar da böyle yapardı” gibi bir açıklama! Ne kadar ahlâki ve İzmir halkını düşünen bir açıklama değil mi!
Peki ya İzBB Başkanı Tugay’ın Soyer’ın son döneminde 11-12 bin kişiyi işe aldığına ilişkin iddiası… Soyer, sadece o kadar olmadığını söylüyor hepsi o. Peki o sözleşmeleri yaparken, SGK primlerini hiç hesap etmiş mi? Anlaşıldığı kadarıyla umursamamış olmalı ki, Tugay dönemine ciddi bir SGK borcu bırakmış. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na göre İzBB’nin son beş yılda SGK prim borçları 885 kat artarak 5.4 milyar TL olmuş. E demek ki bu borcun önemli bir kısmının sorumlusu Soyer. Kadroları şişirirsen SGK primlerini ödeyemiyorsun, aritmetik bu kadar açık aslında… Bu prim borçları 2024 seçimleri sonrası AK Parti’nin elinde bir silah olup CHP belediyelerini vurmadı mı? Hâlâ da vurmuyor mu?
Şöyle bir garip halk belediyeciliği anlayışı egemen CHP’nin özellikle ‘sol tandanslı’ belediye başkanlarında, hatırlarsanız bir dönem önceki belediye başkanları arasında ‘işçime en yüksek maaşı ben veriyorum’ yarışması vardı. Giydirilmiş ücretler üzerinden dönen bu yarışma iyi güzel de, eğer belediye istihdam politikalarında eyyamcılık yapmıyorsan, gereğinden fazla ve niteliksiz personelle kadroları şişirmiyorsan! Bununla böbürlenenlerin hepsi de kadro şişiriyordu.
EZBERE ‘İŞÇİCİLİK’ YARIŞI!
İşte böyle bir yanlışlıklar manumesinin zincirleme tepkimesi İzmir’de olup bitenler… Bir de hamasetin dibine vuranlar var tabi… Tüm bu toz duman arasında, özellikle sosyalistlerin tavrı tam anlamıyla ‘hıyarım var diyene tuzla koşmak’ oldu’! Diyelim ki bir bölümü Yılmaz Özdil’in peşine takılmış ve işçilere hakaret eden CHP seçmeninin galiz hareketlerine bir tepkiydi ama genel olarak içi boş hamaseti göz ardı etmemek gerekir. Birkaç ezber, gözü kara sendika savunuculuğu, CHP düşmanlığıyla bir bulamaç şeklinde başta belediye başkanına olmak üzere önüne gelene hakaret yağdıranların çoğu konuyu bile tam bilmiyordu. Bir şey daha eklemeden edemeyeceğim. Bazı sosyalist partilerin yayın organlarında çalışanların ne kadar ücret aldıklarını, hangi sosyal haklara sahip olduklarını, çalışma saatlerini bilen bilir. Tazminat vermemek için bazı çalışanların iş akitlerinin nasıl feshedildiğini de hatırlatmakta fayda var sanırım. Örneklerini verip burada utandırmayayım onları, ancak bol bol örnek var ve pek çok insan da bunu biliyor.
Bunu bilip susanları anlarım da, utanmazca ‘işçicilik’ (ouvrierism) hamaseti yapanların ahlâkını sorgulamak gerek sanırım! Mesela kendi küçük işletmesinde yabancı işçileri asgari ücretin altında bir ücretle kayıtsız çalıştıranlar ya da sigortasız işçi çalıştıranlar pek az değil!
Uzatmayayım… Bence tartışılması gereken en temel mesele şu anda belediyelerin yaşadığı çıkmaz. Bu çıkmazın en temel sorumlusu tabii ki AK Parti iktidarı, ancak pek çok hatayı tekrarlayarak belediyelerin verimsizliğine, borç batağına girmesine göz yuman yerel yönetim anlayışını da unutmamak gerekir. Bundan böyle istihdam politikası başta olmak üzere, muhalefetin yerel yönetimler anlayışını masaya yatırması şart. Unutulmamalı ki, belediye dediğin kamu hizmeti vermekle yükümlü bir kurumdur, yoksa sen, ben, bizim oğlana iş kapısı değildir! Bir belediye başkanı “En fazla ücreti biz veriyoruz” diye böbürlenmeden önce temel hizmetleri hakkıyla verip vermediğini sorgularsa halkçı belediyecilik yapmış olur!