Demokratik toplumların inşasında, aile kurumunun oynadığı rol yadsınamaz. Ancak demokrasi, yalnızca siyasi alanla sınırlı bir olgu değildir; aynı zamanda bireylerin yaşam alanlarının her köşesine nüfuz etmesi gereken bir ilkedir. Aile, toplumun temel yapı taşı olarak, bireylerin özgürlük, eşitlik, sorumluluk ve haklar gibi temel demokratik değerlerle tanıştığı ilk yerdir. Ancak, her aile, demokratik bir modelde işleyiş göstermez; toplumsal normlar, gelenekler ve tarihsel güç dinamikleri, aile içindeki ilişkileri şekillendirirken, bazen otoriter, hiyerarşik ve eşitsiz yapıları besler.
Demokrasi, sadece bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda bireylerin sosyal ve psikolojik anlamda özgürleşmesini sağlayan bir yaşam felsefesidir. Bu anlamda, demokratik toplum, bireylerin eşit haklara sahip olduğu, özgürce kendilerini ifade edebildikleri ve toplumun karar süreçlerine katılabildikleri bir düzeni ifade eder. Ancak, bir toplumun gerçekten demokratik olup olmadığı, yalnızca siyasetteki eşitlik ve özgürlüklerle değil, aynı zamanda ailedeki ilişkilerin dinamikleriyle de ölçülmelidir.
Aile, toplumsal normları üreten ve yeniden üreten bir mikrokozmostur. Burada, bireylerin toplumsal cinsiyet, sınıf, ırk ve kültürel geçmişlerine bağlı olarak biçimlenen güç dinamikleri, aile üyelerinin birbirleriyle kurduğu ilişkileri şekillendirir. Ailedeki eşitlik, toplumsal eşitliğin ilk ve en temel yansımasıdır. Aksi takdirde, ailedeki eşitsizlik, toplumsal eşitsizliğin bir laboratuvarı olarak işlev görür.
Demokratik bir ailede, kadın ve erkek arasındaki ilişki, tarihsel ve kültürel baskıların ötesinde, eşit haklar, karşılıklı saygı ve özgürlük temelinde şekillenmelidir. Ancak kadınların tarihsel olarak ailedeki konumu, çoğu zaman bu eşitlikçi idealin önünde büyük bir engel oluşturmuştur.
Felsefi anlamda, kadının “özne” olarak kabul edilmesi, her şeyden önce ona ait olan her türlü hak ve mülkiyetin tanınması ile mümkündür.Demokratik toplum,kadının sadece evde değil, toplumda da bir birey olarak tanınmasını savunur. Bu bağlamda, ailedeki kadın-erkek ilişkisi, tıpkı demokratik bir toplumdaki bireyler arasındaki ilişki gibi, karşılıklı bağımsızlık, eşitlik ve dayanışma üzerine kurulmalıdır. Demokratik olmayan aile yapılarında ise, kadın genellikle “mülk” olarak görülür, onun emeği, bedeni ve düşünceleri erkek egemen sistemin hizmetine sunulur. Bu noktada, kadının ekonomiye ve karar alma süreçlerine katılmaması, onun özgürlüğünün kısıtlanması anlamına gelir.
Örneğin, geleneksel patriyarkal(erkek egemenlikli)ailelerde kadının ekonomik bağımsızlık kazanması, hala büyük bir mücadeleye dönüşmektedir. Aile içindeki “mülkiyet” ilişkileri, kadının erkekle olan evlilik bağlarını sürdürme zorunluluğuna dönüşür. Kadının evdeki “iş gücü” ise genellikle ücretli bir iş gücü olarak görülmez,aksine zorunlu bir kadermiş gibi ele alınır ve bu ideolojik yaklaşım toplumsal olarak kadının her alanda olduğu gibi çalışma hayatındaki eşitsizliklerini pekiştiren bir mekanizmaya dönüşür.
Keza ailedeki mülkiyet ilişkileri, sadece maddi olanla sınırlı değildir. Ailedeki her bireyin sahip olduğu haklar, kişisel özgürlükler ve hatta duygusal alanlar, aynı şekilde bir mülkiyet ilişkisi içerir. Demokratik olmayan ailelerde, bu ilişkiler genellikle tekelleşir; yani ailenin başındaki erkek birey, tüm aile üyeleri üzerinde hem fiziksel hem de psikolojik bir mülkiyet hakkına sahip olur. Bu durum, özellikle otoriter ailelerde, yalnızca erkeğin değil, bazen de ebeveynin çocuklar üzerinde kurduğu egemenlikte net bir şekilde gözlemlenir.
Örneğin, çocukların “mülk” olarak görülmesi, onların eğitimine, sosyal ilişkilerine ve yaşamlarına dışarıdan müdahaleyi içerir. Çocuklar, genellikle ebeveynlerinin ideolojik ya da kültürel mülkiyetine dönüşür ve onların beklentilerine uygun bir şekilde şekillendirilmeye çalışılır. Çocukların bu “mülk” statüsünden kurtulabilmesi için, ailedeki demokratik ilişkilerin kurulması ve her bireyin kendini özgürce ifade etme hakkının sağlanması gerekir.
Daha çarpıcı bir örnek olarak, mülkiyet ilişkilerinin dinamikleri üzerinden ele alacak olursak, bir kadının aile içinde ekonomik bağımsızlık kazanmasının önündeki engelleri inceleyebiliriz. Pek çok kültürde kadının çalışması, evin geçimini sağlayan “erkek” figürüne karşı bir tehdit olarak görülür. Kadınların ev içindeki “emekleri” ve “gizli mülkleri” erkeklerin egemenlik alanına dahil edilir. Bu, sadece ekonomik değil, aynı zamanda bireysel özgürlüklerin de ihlalidir.
Çocukların özgürlüğü ve hakları, sadece aile içinde değil, aynı zamanda toplumsal bir mesele olarak ele alınmalıdır. Çocuklar, demokratik bir ailede, bireysel hakları olan öznelere dönüşür. Onlar, yalnızca ebeveynlerinin ve kurumların mülkleri değil, kendi özbenlikleri, düşünce dünyaları ve ifade hakları olan varlıklardır.
Ancak demokratik olmayan ailelerde, çocuklar genellikle “sahip olunan” varlıklar olarak görülür. Çocukların eğitimi, toplumsal normlar ve ebeveyn -kurumların(eğitim veöğrenim vb.)beklentileri doğrultusunda şekillenir. Onların özgürlükleri, çoğu zaman ailenin sosyal statüsüne ya da ekonomik çıkarlarına göre belirlenir. Bu durum, çocuğun özne olarak var olmasını engeller ve onu bir mülk ya da potansiyel bir “yatırım” olarak değerlendirir.
Ve yine Demokratik bir ailede çevreyle kurulan ilişki, yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda ahlaki bir sorumluluğa dayanır. Çevreye duyarlılık, aile üyeleri arasında karşılıklı bir sorumluluk bilinciyle şekillenir. Demokratik olmayan ailelerde ise bu sorumluluklar genellikle bireysel çıkarlar doğrultusunda sınırlıdır. Aile içinde her bireyin çevreye olan etkisi, sadece evin içindeki “emlak” ile değil, aynı zamanda toplumdaki ve doğadaki “paydaşlık”la da ölçülür.
Felsefi olarak, çevreyi sahiplenmek ve ona duyarlı olmak, toplumsal adaletin bir parçasıdır. Ailenin çevreyle olan ilişkisi, bireylerin toplumsal sorumluluklarını anlamalarına ve toplumda değişim yaratmaya katkıda bulunmalarına olanak tanır.
Demokratik toplumlar, sadece eşitlik ve özgürlüğü savunmaz, aynı zamanda eşitlikçi,katılımcı ve kominal olmalıdır,kominal olmayan demokratik aile böylece başlangıcını kaybeder..Kadın ve erkek arasındaki eşitlik, çocuk hakları, mülkiyet ilişkileri, çevre bilinci ve toplumsal sorumluluklar, demokratik bir ailede şekillenmesi gereken temel tarihi kominal değerlerdir. Bu değerlerin ailede inşa edilmesi demokratik toplumun olmazsa olmazıdır.Daha açıklayıcı bir ifadeyle;bu kominal değerler demokratik ailenin vazgeçilmez ilkesel ön koşuludur.
Dolayısıyla demokratik aile, başta insanın ve doğanın özgürlüğünü tehdit etmeyen sevginin, eşitliği gölgelemeyen sorumluluğun; bireyselliği yok saymayan kominalliğin en somut halidir. Ve belki de en özgün tespit şudur; demokratik toplum, demokratik ailenin büyümüş halidir. Demokratik aile ise konuşma biçimidir.
Konuk Yazar: Gürsel Karaaslan
