Yoksulluk…
Öyle herkesin diline kolayca doladığı, sosyal yardım broşürlerine sığdırdığı kadar basit bir kelime değil. Bir ekonominin dip notu, bir hükümetin yüz karası, bir toplumun kör noktası da değil sadece. Yoksulluk, kendi içinde sınıflara ayrılan, tanımı genişledikçe derinleşen bir uçurumdur: Mutlak yoksulluk, göreli yoksulluk, çalışan yoksulluğu, kadın yoksulluğu, yaşlı yoksulluğu, kırsal ve kent yoksulluğu, çocuk ve enerji yoksulluğu…
Ama tüm tanımların üzerinde duran dev bir gerçek var:
8,2 milyar insanın en kalabalık grubu, en güçsüz olanlar — yoksullar.
Yoksullar dünyanın en büyük çoğunluğudur; ama hak talep etme konusunda en zayıf halkası. Çünkü karşılarında az ama güçlü bir grup var: siyasal iktidarı elinde tutan, sermayeyi kontrol eden, düzeni sürekli yeniden üreten bir azınlık. Yoksulluğun kader olmadığını bilip de kadermiş gibi anlatanlar tam da onlar. Yoksulluğun sürmesinden beslenenler yine onlar.
Yerel yönetimler de, merkezi iktidarlar da çoğu zaman yüzünü başka tarafa çevirir; çünkü yoksulluğu görmek, yoksulluğu kabul etmek demektir. Yoksulluğu kabul etmek ise hesap vermeyi gerektirir.
Ve hesap vermek, iktidarların en sevmediği şeydir.
Ama bazen hesap vermek zorunda kalırlar.
Dünyanın pek çok yerinde acılar, iktidarları geri adım attırdı.
Amerika’da yoksulları “tembel” diye yaftalayan kalıp yargıları yıkan araştırmalar yapıldı.
Brezilya’da bir favela yangınında ölen çocuklar sosyal politikaları değiştirdi.
İngiltere’de “yoksulluk kişisel eksiklik değildir” diyen raporlar sosyal devleti yeniden tanımladı.
Toplum ayağa kalktı. Devlet geri adım attı. Acı, değişimi zorladı.
Peki biz?
Biz genelde “kader”, “nasip”, “Allah’ın sınavı” deyip geçtik.
Oysa yoksulluğa dair araştırmalar yıllardır aynı gerçeği söylüyor:
Yoksulluk bireyin değil, düzenin kusurudur.
Türkiye’de ise yoksulluğun ateşle, dumanla, is kokusuyla çizilmiş tablolarını her gün görüyoruz. İzmir’de beş çocuğun yanarak can verdiği o karanlık geceyi hatırlayın. Dün ise bir başka tablo eklendi: üç çocuk, üç can… Yine yangın, yine ölüm, yine üzerimize sinen o ağır is kokusu.
Bu bozuk düzen, gözümüzün önünde işliyor.
Suskunluğumuz, acıyı büyütüyor.
Yoksulluğun sırtından doyanlar doymaya devam ediyor.
Ama yoksulluğun sırtında taşınan yük artık çocukların cansız bedenleri…
Biz yoksulluğu konuşuyoruz ama genellikle kendi kalıplarımızdan bakıyoruz. Bu kalıplar, çocukların zihnine bile çok erken yaşta yerleşiyor. Araştırmalar, beş yaşındaki çocukların bile yoksulluğu barınma, sağlık, yaşam koşulları ve ekonomik yetersizlik üzerinden tanımladığını gösteriyor. Dahası; temizlik, görünüş, hatta cinsiyet algılarına kadar uzanan kalıp yargılar da erken yaşta zihne yerleşiyor.
Çocuk için yoksulluk önce bir etiket değil, bir gerçektir.
Ama yetişkinlerin sesini duymaya başladığı anda kalıplaştırma başlar.
Büyüdükçe, yoksulluk bir “durum” olmaktan çıkar; bir “hüküm” haline gelir:
Kader, beceriksizlik, tembellik…
Her ne ad koyarsak, çoğu zaman yoksulu suçlayan bir bakışa dönüşür.
Akademik çalışmalar, yoksulluğun sadece gelir eksikliği değil; toplumsal damgalama, utanç ve dışlanmışlıkla iç içe geçtiğini söylüyor. Yoksul ailelerin çocukları akran ilişkilerinde dışlanmaya, benlik algısında olumsuz etkilenmeye çok daha açık. Yani yoksulluk yalnızca cebin değil; zihinlerin, duyguların da dışlanmasıdır.
Yetişkinlere baktığımızda ise tablo daha da çarpıcı.
Çoğu yetişkin hâlâ yoksulluğu eşitsizlikten çok bireysel başarısızlık üzerinden okuyor.
Kadın yoksulluğuna “yardım alabilir”, erkek yoksulluğuna “kendi eksikliği” gibi yaklaşıyor.
Yani yoksulluğa bakış, kişinin kim olduğuna göre bile kalıplaşıyor.
Çocukların kalıpları ailelerinden, toplumdan öğreniyor; yetişkinler ise ideolojik rejimlerden: din, siyaset, medya…
Her biri, yoksulluğu bir kader masalına dönüştürüp yeniden dolaşıma sokuyor:
“O becerememiştir.”
“Çalışsaydı olmazdı.”
“Devlet zaten yardım ediyor.”
“İş var, beğenmiyorlar.”
Tüm bu kalıplar ekonomik eşitsizliğin gerçeğini gizliyor.
Gerçek ise çok daha basit ve acı:
Yoksulluk eşitsizliktir.
Eşitsizlik ise güç ilişkilerinden, kaynak dağılımından ve erişim farklarından doğar.
Dünyadaki araştırmalar da bunu kanıtlıyor.
Oxford’un verileri, ilkokul çağındaki çocukların bile “yoksullar tembeldir” yargısını ailelerinden devraldığını gösteriyor. UNICEF ve Dünya Bankası ise yetişkinlerde de aynı kalıpların sürdüğünü söylüyor. Çünkü siyasal güçler yoksulluğu bir yönetim aracına çevirdikçe toplum onu kader diye öğreniyor.
Bu zayıflığı kim pekiştiriyor?
Siyaset, iktidar, inanç kalıpları…
“Sabret”, “Razı ol”, “Kaderindir”…
Hepsi aynı şeyi yapıyor:
Gerçek nedenleri görünmez kılmak.
Yıllar önce sosyologlar şöyle demişti:
“Yoksulluğun kültürel bir mirası yoktur; eşitsizliğin kültürel kalıpları vardır.”
İngiltere’de yapılan çalışmalar, yetişkinlerin yoksulluğu sistemsel adaletsizlik yerine kişisel eksiklikte aradığını ortaya koyuyor.
Bilim insanlarının “bireysel atıf yanlılığı” dediği şey aslında şu:
Sistem günahını vatandaşa yükler, halk da bir süre sonra bu günahı kendi gerçeği sanır.
Bu döngüde yalan alışkanlığa, alışkanlık inanca, inanç kadere dönüşür.
Ve kader dedikleri şey, aslında kimsenin sorgulamasını istemedikleri büyük bir sessizliktir.
Türkiye’de yürütülen çalışmalar da aynı gerçeği ortaya koyuyor:
Okul öncesi çocuklar bile “zengin = çalışkan”, “yoksul = tembel” gibi yargılara sahip.
Bu kalıplar onlardan değil; evden, sokaktan, medyadan geliyor.
Hepsi aynı fısıltıyı yayıyor:
“Bu düzen böyle. Sorgulama. Razı ol.”
Ama peki…
Bunca acıya rağmen neden hâlâ razıyız?
Maden çöker, 301 işçi ölür.
Gazeteler iki gün konuşur, sonra unuturuz.
Aileler “kader” der, adalet gelmez.
Baraj patlar, köy zehirlenir, sorumlular kaybolur.
Yine kader deriz.
Yoksulluk kader değilken bize kader diye sunuldu.
Sistemin tercihi, bizim gerçeğimizmiş gibi anlatıldı.
Üst gücün suçu, alt sınıfın “yetersizliği” diye paketlendi.
Yoksulluğu yaratanlar, yoksulluğu yaşayanlardan hesap sordu.
Dünyada bu kalıpları kıran ülkeler oldu:
İngiltere çocuk yoksulluğu politikalarını değiştirdi.
Kanada vergi reformlarıyla eşitsizliği azalttı.
Japonya yoksulluğu bir “utanç kültürü” olmaktan çıkaran programlar başlattı.
Yani mümkün.
Toplum isterse oluyor.
Toplum kendi yarasını görünce, kendi kaderini yazıyor.
Çünkü kader dediğimiz şey çoğu zaman başkasının aldığı kararların bizde bıraktığı sonuçtur.
Bu yüzden en acı soru şu:
Madem bu kadar acı yaşadık, neden hâlâ ders çıkarmıyoruz?
Belki hakikati duymak acıtıyor.
Belki acının üstünü örtmek daha kolay geliyor.
Belki de bize daha çocukken “razı olmak” öğretildi.
Ama gerçek orada, sessizce bağırıyor:
Yoksulluk bir kader değildir.
Bir politika tercihidir.
Bir ekonomik tasarımdır.
Bir toplumsal yanılgıdır.
Ve bir kalıp yargı mirasıdır.
Dünya bazen acılarından ders çıkarır.
Bazen bir çocuğun ölümü hükümeti değiştirir.
Bazen bir esnafın yazar kasa fırlatması sistemi sarsar.
Bazen aç kalan halk sokakları doldurur.
Ama biz?
Biz acıları bile unutarak yaşarız.
Sanki unutursak düzelecekmiş gibi.
Sanki susarsak kurtulacakmışız gibi.
Bu yüzden hakikat sessizce bağırıyor.
Ama onu duymak için önce kendi içimizdeki sesleri susturmamız gerekiyor:
Önyargılarımızı, kader masallarımızı, devleti aklayan iç sesimizi…
Bir ülke, yoksullara nasıl baktığıyla sınanır.
Ve biz bu sınavı geçemedik.
Ama hâlâ geç kalmış değiliz.
Yeter ki yanmış kapıların, maden ocaklarının, boş tencerelerin içindeki hakikati görmeyi öğrenelim.
Çünkü yoksulluk kader değildir;
ama bu sessizlik, kaderimizin ta kendisi olabilir.
