Bu ülkede yaşanan şiddet, yoksulluk ve savrulma bireysel tercihler değil; çöken bir düzenin aileden gence uzanan kaçınılmaz sonuçlarıdır.
Hangi gazeteyi açarsanız açın, hangi kanalı izlerseniz izleyin, anlatılan hikâye değişmiyor. İktidara yakın ya da muhalif olması fark etmiyor; manşetlerin ortak dili yolsuzluk, rüşvet, kayırmacılık ve derinleşen ekonomik kriz. Bu çöküş yalnızca istatistiklerde değil; evlerin içinde, sokaklarda, bedenlerde ve ilişkilerde kendini gösteriyor.
Geçim sıkıntısıyla sıkışan, kendini ifade edemeyen erkek öfkesini kadına yöneltiyor. Ayakta kalmaya çalışan kadın ise sistematik bir şiddet sarmalının içine itiliyor. Bunu “aile içi mesele” diye tanımlamak kolay ama eksik. Çünkü yaşananlar bireysel sapmaların değil, çöken bir düzenin doğal sonucudur.
Bir zamanlar politik bilinciyle, dayanışma kültürüyle anılan ailelerin çocukları bugün çetelerin, uyuşturucu ağlarının ve sokak ekonomisinin parçası hâline geliyor. Bu bir tesadüf değil. Gerçeklik, parlak görsellerle cilalanmış haber bültenlerinin gölgesinde görünmez kılınıyor. Aynı anda hem korku pompalanıyor hem de zamlarla yaşam alanı daraltılıyor. İnsanlara direnmek değil, susmak ve kabullenmek öğretiliyor.
Toplumsal şiddet, sistemsel bir sorun olmaktan çıkarılıp özel hayatın sınırlarına hapsediliyor. Medya gerçeği anlatmak yerine uyuşturuyor. Gençler ise sosyal medyada görünür olma yarışı içinde, yaşadıkları hayatı değil hayalini kurdukları kimliği sergiliyor. Algoritmalar, gençlerin geleceğini belirleyen yeni otoriteye dönüşüyor.
Bu düzende bireye biçilen rol net: Tüket. Erkeksen güç ve korku üzerinden, kadınsan bedenin üzerinden değer kazan. Hayaller değil, bedenler pazarlanıyor; çünkü başka bir sermaye bırakılmıyor. Lüks hayatların fonunda poz vermek, milyonların emeğinden daha “değerli” sayılıyor.
Parası olmayan milyonlar, çocuklarına yol göstermesi engellenen ebeveynler… Bir zamanlar evlatlarını “vatan için” gönderenler, bugün onları “gelecek için” başka ülkelere uğurluyor. Ama kaçılan sorunların, gençleri daha büyük bir yalnızlığın içine sürükleyip sürüklemediği pek sorulmuyor.
Bugün yaşanan çürüme bireyin ahlaki zaafı değil; sistemin ürettiği bir sonuçtur. Gençler savrulduğu için düzen çökmüyor; düzen çöktüğü için gençler savruluyor. Ekranlarda parlayan sahte hayatlar izlenirken, gerçek acılar sessizce derinleşiyor.
Yine de umudu tamamen yitirmek zorunda değiliz. Çünkü her çöküşün içinde bir direnç ihtimali vardır. Bir genç emeğini ve aklını merkeze aldığında, bir anne korkuya teslim olmayıp adalet duygusunu aktardığında, bir baba suskunluğu reddettiğinde, bir öğretmen ya da işçi “başka bir hayat mümkün” dediğinde bu düzen sarsılır.
İnsanı çürüten sistemdir; onu iyileştirecek olan yine insandır.
Ve umut, en karanlık zamanlarda bile filizlenebilen tek güçtür.
Belki bir gün bu sessiz çığlıklar birleşir.
Belki sahte parıltılar değil, hakikat değer kazanır.
Ve belki değişim, hiç beklemediğimiz bir yerden başlar.
Burada durup şunu kabul etmek gerekir: Yaşadığımız kriz yalnızca ekonomik ya da ahlaki değildir; bu aynı zamanda derin bir temsil ve anlam krizidir. İnsanlar kendi hayatlarının öznesi olmaktan çıkarılıp, başkalarının yazdığı senaryolarda figüran hâline getirilmiştir. Emek değersizleştirilmiş, düşünce itibarsızlaştırılmış, itaat ise erdem olarak pazarlanmıştır. Toplum, politik bir özne olmaktan uzaklaştırılarak korku, borç ve tüketim üçgeninde yönetilebilir bir kalabalığa dönüştürülmüştür.
Bu düzen yalnızca yoksulluğu değil; umutsuzluğu, yalnızlığı ve çaresizliği de örgütler. Ortak sorunlar bireysel başarısızlık gibi sunulur, şiddet kişisel patolojiye indirgenir, onu üreten koşullar görünmez kılınır. Böylece sistem kendini temize çekerken bedel yine en alttakilere ödetilir. İşte bu yüzden yaşadığımız hayat bize ait değildir; çünkü karar süreçlerinden, üretim ilişkilerinden ve geleceği kurma hakkından dışlanmış durumdayız.
Bu noktada mesele sadece teşhis koymak değil, yön göstermektir. Bu düzenin değişmesi, korku siyasetine karşı örgütlü cesaretin, tüketim kimliğine karşı yurttaş bilincinin, suskunluğa karşı sözün yeniden inşa edilmesiyle mümkündür. Eğitimde eleştirel düşüncenin, ekonomide emeğin, siyasette şeffaflığın ve adaletin merkeze alınması; medyanın propaganda aygıtı olmaktan çıkarılıp kamusal denetime açılması; gençlerin görünürlük değil güvenceli bir gelecek talep edebileceği kolektif alanların yaratılması zorunludur. Değişim yukarıdan bahşedilmez; aşağıdan, dayanışmayla kurulur. Bu hayatı geri almanın tek yolu, onu birlikte savunmaktır.
