Herkes halk adına konuşuyor ama halk, siyasetin dışında tutuluyor.
Bize yıllardır aynı hikâye anlatılıyor.
“Halk için siyaset yapıyoruz.”
“Herkesi kapsıyoruz.”
“Biz farklıyız.”
Ama artık durup sormanın zamanı gelmedi mi?
Gerçekten farklı mısınız, yoksa sadece kelimelerin yerini mi değiştiriyorsunuz?
Çünkü siyaset, uzun zamandır toplumsal sorunları çözmekten çok, kendi içinde dönen, kendi kendini yeniden üreten kapalı bir alana dönüşmüş durumda. Siyaset, kapısı herkese açıkmış gibi görünen ama anahtarı çok az kişinin cebinde olan bir alan. İçeri girmenize izin veriliyor; ama yönünü, kurallarını ve geleceğini belirlemenize değil…
Tam da bu yüzden siyasetten söz ederken sıkça dile getirilen “erkekler kulübü” tanımı bir benzetme değil, yapısal bir gerçeğe işaret ediyor.
Bu sadece erkeklerin çokluğu meselesi değil.
Bu, kimin sözünün kıymetli sayıldığı, kimin karar alabildiği, kimin masada kalıcı olduğu meselesi.
Masaya bakıyoruz.
Aynı yüzler.
Aynı ilişkiler.
Aynı güç ağları.
Siyaset, kapısı halka açık bir alan gibi sunuluyor ama anahtar halkta değil. O anahtar, yıllardır aynı ceplerde dolaşıyor.
Ve o kapının önünde bekleyenler var.
Uzun süredir.
Sabırla…
Ama ilginçtir; o kapının içine girenler, çoğu zaman kapının önünde kalanları unutur. Daha da kötüsü, kapının önünde bekleyenler azıcık ses yükselttiğinde, itiraz ettiğinde, eleştirdiğinde ya da protesto ettiğinde kapının önüne setler kurulur.
Bazen bariyerler konur.
Bazen güvenlik.
Bazen kolluk kuvvetleri.
Kapı açık denilen yer, bir anda geçilmez hâle gelir.
Sorun kapıda beklemek değilmiş meğer; sorun ses çıkarmakmış.
Partiler farklı ideolojilerden söz ediyor. Biri sağdan baktığını söylüyor, diğeri soldan. Bir başkası “merkez” iddiasında.
Ama iş parti programlarına, politika metinlerine geldiğinde karşımıza çıkan tablo şaşırtıcı biçimde tanıdık. Cümleler benziyor. Kavramlar yer değiştiriyor. Bazı kelimeler çıkarılıp yerlerine yenileri ekleniyor. Ama öz değişmiyor. Farklı ideolojilerden söz ediliyor ama ortaya çıkan şey, aynı düzenin farklı lehçeleri oluyor.
Ve tam burada başka bir metafor devreye sokuluyor:
“Biz aynı gemideyiz.”
“Aynı gemideyiz” dediklerinde, halk o gemide hiçbir zaman yolcu olmadı. Halk, gemi su aldığında hatırlanan; batmasın diye suya girip gemiyi sırtında tutması beklenen bir kalabalık oldu.
Gemi su almaya başladığında,
“Birlikte kurtaracağız” deniyor.
Ama o gemiyi yüzdürmek için yine sadece sıradan halk denize atılıyor.
Boğula boğula.
Yüzerek.
Sırtlarında yükle.
Gemi tamir ediliyor…
Ama halk yine yoksullukla, yine güvencesizlikle, yine nefessiz kalarak hayatta kalmaya çalışıyor.
Gemi kurtuluyor.
Ama içindekiler yine aynı.
Ve tam burada siyasetle ilgili en rahatsız edici soruya geliyoruz:
Bu siyaset kimler tarafından, kimin için yapılıyor?
Çünkü bugün siyasette neredeyse herkes bir şekilde “öteki”.
Ama ilginçtir, öteki olmayanlar çok az.
Kim onlar?
Orta ve üst sınıf erkekler.
Onlara eklemlenebilen, eğitimli, orta ve üst sınıf kadınlar.
Geriye kalan herkes — Yoksullar, kadınlar, yoksul erkekler, gençler, çocuklar, yaşlılar, özel gereksinimli bireyler — farklı gerekçelerle ama aynı biçimde siyasetin dışında tutuluyor.
Ama mesele sadece dışarıda bırakılmakla da bitmiyor.
Aynı zamanda bu gruplar adına karar veriliyor.
“Biz sizin yerinize düşünürüz.”
“Biz sizi kurtaracağız.”
“Biz hayatınızı düzenleyeceğiz.”
Cinayetleri bitireceklerini söylüyorlar.
Yoksulluğu ortadan kaldıracaklarını söylüyorlar.
Hayatı düzelteceklerini söylüyorlar.
Ama bu süreçte bir şeyler gerçekten değişiyor.
Herkes için değil elbette.
Siyasetin içine girebilenlerin,
o kapıdan geçebilenlerin,
o masada kalıcı olabilenlerin hayatları değişiyor.
Sıradan bir daireden çıkılıp daha büyük evlere geçiliyor. Gecekondudan rezidanslara, rezidanslardan yalılara, saraylara uzanan bir hayat kuruluyor.
Makamlar yükseliyor.
İmkânlar çoğalıyor.
Yetkiler genişliyor.
Ama bu değişim, siyasetin halk için değil; siyasetin içinde yer alabilen dar bir çevre için işlediğini açıkça gösteriyor.
Bir de “halk” adına konuşanlar var.
“Biz halk için buradayız” diyenler.
“Halk için, halka rağmen” sloganlarını atanlar.
Ama sıra gerçekten halka gelince, aynı ağızlardan bu kez şunları duyuyoruz:
“Ama halk istemiyor.”
“Ama kazanamaz aday.”
İşte tam orada anlaşılıyor.
Mesele halk değilmiş.
Halkın ne istediği değil; kimin kazanacağı, kimin kaybetmeyeceği önemliymiş.
Ve o noktada saf tutuluyor.
Halkın yanında değil; rantın yanında.
Değişimin değil; bozuk düzenin yanında.
Riskin değil; konforun yanında.
Bir tek değişmeyen şey var:
“Sizi kurtaracağız” denilen hayatlar.
Bizim payımıza ise hep aynı cümleler düşüyor:
“Biraz daha sabır.”
“Şimdi sırası değil.”
“Şu an konuşulur mu?”
“Muhalefete muhalefet edilmez.”
“Eleştirinin zamanı değil.”
“Sonra konuşuruz.”
Ama o “sonra” hiç gelmiyor.
Ve siyaset, tam da bu noktada, halk için olmaktan çıkıp rantla beslenen bir alana dönüşüyor.
Büyük rantlar kadar, küçük rantlar da bu düzeni ayakta tutuyor.
Bir koltuğu bırakmamak.
Bir yetkiyi paylaşmamak.
Karar alma mekanizmalarını dar bir çevrede tutmak…
Büyük adaletsizlikler, çoğu zaman küçük ayrıcalıkların ısrarla korunmasıyla başlıyor.
Bugün siyaset, halkı temsil etmekten çok,
halk adına konuşmayı tercih ediyor.
Temsil ediliyormuş gibi hissediyoruz ama karar süreçlerine baktığımızda orada yokuz.
Konuşuluyoruz ama konuşamıyoruz.
Adımıza söz söyleniyor ama söz hakkımız yok.
Sorun yalnızca hangi partinin iktidarda olduğu değil.
Sorun, siyasetin nasıl bir dünya kurduğu.
Belki de asıl mesele şudur:
Sorun temsil edilmemek değil;
temsil edildiğimizi sanmamızdır.
Ve o masada, anahtarı cebinde taşıyanlar belli.
Ama biz hâlâ halk olarak kapının önündeyiz ve yalnızız; çünkü içeridekilerin hiçbiri artık kapının önünü hatırlamıyor.
