HALKWEBYazarlarOrta Sınıfın Unutulan Hikâyesi

Orta Sınıfın Unutulan Hikâyesi

0:00 0:00

Bir zamanlar Türkiye, aynı bahçede çocuk büyüten, aynı kaldırımdan geleceğe yürüyen orta sınıfın ülkesiydi. Bugün beton yükseliyor, ama toplum alçalıyor.

Bu hikâyeyi anlamak için biraz geriye gitmek gerekiyor.

Türkiye’nin siyasi tarihine baktığımızda, sağ ve sol iktidarların pek çok konuda birbirleriyle çetin tartışmalar yürüttüğünü görürüz. Fakat bir başlık vardı ki, kim gelirse gelsin aynı noktada ortaklaşırdı: Orta direği ayakta tutmak. Çünkü bu ülkenin yükünü de umudunu da daima o omuzlar taşıdı.

1980’lerde yalnız ücretler değil, hayaller de daha erişilebilirdi.
Karı koca çalışan bir memur ailesi, bir işçi çifti, maaşlarından yaptıkları düzenli aylık ödentilerle yıllar içinde bir kooperatif konutuna kavuşabileceklerini bilirdi. Türkiye’nin dört bir yanında bu umudun sembolleri yükseldi: Ankara’da Batıkent, İstanbul’da Ataköy, Mersin Yenişehir, İzmir Egekent–EVKA, Elazığ Doğukent, Erzurum Dadaşkent…

Ama bütün bu yapılar yalnızca beton bloklardan ibaret değildi; bir yaşam idealiydi.

Edirneli ile Karslı aynı sitede komşu oldu. Sinoplu ile Mersinli aynı parkta çocuk büyüttü. İzmirli ile Vanlı aynı bahçede çay içti. İnsanlar yalnızca bir ev değil; eşitlik, dayanışma ve güven satın alıyordu. Kooperatif siteleri, Türkiye’nin kendi kendine yarattığı en doğal toplumsal kaynaşma alanlarıydı.

Orta sınıfı yalnızca ekonomik bir kategori olarak görmek büyük yanılgıdır.
Bu kentlerde suç oranları düşüktü, çatışmalar azdı; çünkü insanlar ayrışması zor bağlar kurdu. Aynı okullarda okudular, aynı sokaklarda oynadılar, birlikte büyüdüler. Dostluklar kuruldu, iş ortaklıkları doğdu, evlilikler gerçekleşti. Bu yaşam biçimi, toplumu görünmez kolonlarla birbirine bağladı.

Bu orta sınıf zamanla ülkenin toplumsal taşıyıcı kolonu hâline geldi.
Ulus devletin inşa etmek istediği ortak gelecek bilinci, işte bu dayanışma kültürünün üzerine oturuyordu. Devletin kooperatifleri teşvik eden politikalarının yarattığı sosyolojik sıçrama tam da bu mahallelerde gözle görülür hâle gelmişti.

Ne var ki bu güçlü yapı uzun ömürlü olmadı.

Kooperatifleri desteklesin diye kurulan TOKİ, zaman içinde kooperatiflerin alternatifi değil; rakibi hâline getirildi. Dayanışmanın maliyeti düşük ekonomisi yerini gelir paylaşımı protokollerine bıraktı. Topluluk hissi yüksek duvarların gölgesinde kaybolurken, toplumsal karışım görülmez sınıf bariyerlerine dönüştü.

(Bu tablo içerisinde deprem konutlarını ayrı tutmak gerekir; çünkü onlar başka bir zorunluluğun ürünüdür.)

Bugün yapılan birçok sosyal konut projesi ise şehirlerin kıyısına, kırsal dokuyla iç içe, adeta yoksulluğun görünür hâle getirildiği ayrışma bölgeleri olarak planlanıyor. Bu model, orta sınıfı güçlendirmek yerine kalıcı bir alt sınıf yaratıyor. Konut bir sosyal hak olmaktan çıkıp mekânsal olarak damgalanmış, düşük imkânlarla çevrelenmiş yeni bir yoksulluk türüne dönüşüyor.

Ve TOKİ’nin büyük projelerinde aynı kapıdan giren insanlar birbirinin yüzüne bile bakmıyor.
Balkonlar renkli camlarla kapatılmış… Komşuluk sanki bir lüks… Aynı sitede bile farklı dünyalar var: biri gökyüzüne yakın, biri gölgesinde.

Tüm bu dönüşüm, siyasal tercihlerle daha da belirginleşti.
İktidarın “sadaka kültürümüzde var” diyerek topluma biçtiği rol ile bir zamanların “orta direği güçlendireceğiz” anlayışı arasındaki fark, işte tam burada ortaya çıkıyor. O dönem devlet vatandaşını yoksullaştırmadan güçlendirmeye çalışırken, bugün bazı politikalar orta sınıfı ayakta tutmak yerine sessizce eritiyor.

Şunu kabul edelim:
Bir ülke orta sınıfını kaybettikçe yalnızca yoksullaşmaz; karakterini de kaybeder.
Sokakları sessizleşir, komşuluklar ölür, ortak gelecek duygusu yok olur.

Kooperatifler bize bir zamanlar mümkün olan bir toplumu gösterdi:
Birbirine dokunan hayatların kurduğu güçlü bir toplum…
Aynı sofrayı paylaşan, aynı ağaç gölgesinde büyüyen, aynı kaldırımdan geleceğe yürüyen insanların ülkesi…

Bugün ise duvarlar kalınlaşıyor, balkonlar kapanıyor, hayatlar birbirinden uzaklaşıyor.
Beton yükseliyor, toplum alçalıyor.

O yüzden meselemiz sadece konut değil.
Meselemiz, bu ülkenin hafızasını taşıyan orta sınıfın yeniden ayağa kalkıp kalkamayacağıdır.

İşte tam da bu nedenle kaçınılmaz bir soruya yanıt arıyoruz:

Biz yeniden bir toplum olmayı göze alacak mıyız?
Yoksa aynı şehirde yaşayıp birbirimizin yüzüne bakmaktan bile vazgeçmiş, sessiz bir kalabalığa mı dönüşeceğiz?

Geleceğimizi belirleyecek olan, işte bu soruya vereceğimiz toplumsal cevaptır.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI