Noel, Hristiyan teolojisinde Hz. İsa’nın doğumunu anmak amacıyla 25 Aralık’ta kutlanan dinsel bir bayramdır. Yeni yıl ise herhangi bir inanç sistemine dayanmayan, 31 Aralık’ı 1 Ocak’a bağlayan gece takvimsel olarak bir zaman döngüsünün sona ermesini ve yenisinin başlamasını ifade eden seküler bir eşiktir. Bu iki olgunun tarihsel, teolojik ve toplumsal bağlamları birbirinden bütünüyle farklıdır.
Buna rağmen Noel ile yılbaşının bilinçli biçimde özdeşleştirilmesi, basit bir kavram yanılgısı değil; kamusal alanda yaşam tarzlarını hedef alan ideolojik bir manipülasyon aracıdır. Dini içeriği olmayan yılbaşı pratiklerinin “inanç ihlali” gibi sunulması, toplumu kültürel tercihler üzerinden ayrıştırmayı ve bireysel hayatlara siyasal müdahaleyi meşrulaştırmayı amaçlayan bir zihniyetin ürünüdür.
Noel Bahane, İtaat Şart: Muhafazakârlık mı, Tarikat Düzeni mi?
Türkiye’de muhafazakârlık uzun zamandır kendi kavramsal çerçevesini kaybetmiş durumda. İnançla ahlakı, gelenekle toplumsal sürekliliği, ölçüyle dengeyi temsil etmesi gereken bir anlayış; tarikatların, cemaatlerin ve siyasal İslamın gölgesinde giderek başka bir şeye dönüştü. Bugün “muhafazakârız” diyen geniş bir kesim, aslında neyi muhafaza ettiğini değil, kime itaat ettiğini biliyor.
Oysa Türkiye toplumu tarihsel olarak tek tip olmadı. Bu topraklarda rakısını içip cuma namazına gidenler, bayram sabahı camiye uğrayıp akşamında dost sofrasında buluşanlar hep vardı. İnanç ile hayat tarzı arasında kalın duvarlar değil, geçirgen sınırlar vardı. Toplumun mayası da tam olarak buydu: çoğulluk, yan yanalık ve birlikte yaşama pratiği.
Siyasal İslam işte bu çoğulluğu bir sorun olarak gördü. Çünkü çoğulluk, denetlenemez; çeşitlilik, biat üretmez. Bu yüzden muhafazakârlığı bir ahlak ve denge anlayışı olmaktan çıkarıp, tek tip bir yaşam tarzına indirgedi. Nasıl giyinileceğinden ne içileceğine, hangi gün eğlenileceğinden kiminle yan yana gelineceğine kadar uzanan bir hayat mühendisliği ortaya çıktı. Buna “değerler” dendi ama aslında dayatılan şey, bir grubun kendi yaşam biçimini toplumun tamamına empoze etme arzusuydu.
Tarikatlar ve cemaatler bu sürecin taşıyıcı kolonları oldu. Muhafazakârlığın yerini, şeyh merkezli hiyerarşiler; ahlaki sorumluluğun yerini, kayıtsız şartsız biat aldı. Akıl geri çekildi, sorgulama günah sayıldı. Siyasal İslam ise bu yapıları yalnızca korumakla kalmadı; onları doğrudan devletin, siyasetin ve kamusal alanın içine yerleştirdi. Din, bireyin vicdanına ait bir rehber olmaktan çıkıp, iktidarın elinde bir düzenleme ve denetleme aracına dönüştürüldü.
Bu dayatmacı zihniyet, sadece inanç alanıyla sınırlı kalmadı. Eğitimden kültüre, sanattan gündelik hayata kadar her alanda “makbul vatandaş” tanımı üretildi. İçki içen, yılbaşı kutlayan, farklı giyinen ya da farklı düşünen sürekli olarak hedefe kondu. Buna karşılık, aynı ahlakı paylaşmayan ama iktidara sadakat gösteren her davranış görmezden gelindi. Böylece muhafazakârlık, ahlaki tutarlılığını tamamen yitirdi.
Bu ülkenin hafızası ise anlatılandan çok daha güçlü. Gezi eylemleri sırasında, muhafazakâr protestocular ibadetlerini rahatça yapabilsin diye sosyalist gençlerin kalkan olduğu anlar hâlâ hafızalarda. Kimsenin kimseye inancını dayatmadığı, aksine birbirinin yaşam alanını koruduğu o tablo, Türkiye toplumunun gerçek sosyolojisini ortaya koyuyordu. Bugün sürekli pompalanan kutuplaşma dili, işte bu hakikati örtmek için var.
Siyasal İslamın en büyük tahribatı tam da burada yaşandı: birlikte yaşama kültürü bilinçli olarak aşındırıldı. Liyakat yerini sadakate, hukuk yerini “bizden olan” anlayışına, adalet ise cemaat ve çıkar dengesine bıraktı. Devlet kurumları, kamusal alan ve kaynaklar tarikatlar arasında paylaştırıldı. Dini hassasiyet söylemi, çoğu zaman siyasal tahakkümün meşrulaştırma aracına dönüştü.
Daha da vahimi, bu düzene itiraz eden herkes kolayca “dinsiz”, “ahlaksız”, “yerli ve milli olmayan” diye yaftalandı. Oysa itiraz edilen din değil; dinin siyasal bir silah hâline getirilmesi. İnanç, bireyin vicdanında kalması gerekirken; toplumu hizaya sokan bir kontrol mekanizmasına çevrildi.
Muhafazakârlık, başkasının hayatına karışmak değildir. Yılbaşı kutlayanı hedef göstermek, içki içeni düşmanlaştırmak, namazı siyasi vitrine dönüştürmek hiç değildir. Ama bugün gelinen noktada muhafazakârlık; yasakçı, buyurgan ve dışlayıcı bir dile hapsedilmiş durumda.
Kısacası mesele din değil. Mesele; dinin, tarikatların ve siyasal İslamın elinde toplumu tek tipleştiren bir yaşam tarzı dayatmasına dönüşmesi. Bu dayatma ne muhafazakârlığı güçlendiriyor ne de toplumu ayakta tutuyor. Aksine, hem inancı yıpratıyor hem de toplumsal çözülmeyi derinleştiriyor.
Bu tabloyu tamamlayan bir başka güncel örnek ise “Noel kutlamayın” çağrılarıdır. Bugün için bireysel bir hassasiyet ya da kişisel bir tepki gibi sunulan bu söylemler, aslında masum değildir. Noel ile yılbaşını dahi ayırt edemeyen bu çıkışlar, kimlikler üzerinden yeni fay hatları üretir. Bugün sosyal medyada atılan bir slogan, yarın kamusal alanda bir baskıya, öbür gün toplumsal ayrışmanın kalıcı bir refleksine dönüşür. Yaşam tarzına müdahale, her zaman küçük ve ‘haklı’ görünen uyarılarla başlar; sonuçta ise birlikte yaşama iradesini aşındırır.
Asıl tehlike tam da buradadır: Siyasal İslamcı dil, gündelik hayatın en sıradan anlarını bile ideolojik bir cepheye çevirerek toplumu sürekli teyakkuz hâlinde tutar. Kimin neyi kutlayacağı, ne içeceği, nasıl eğleneceği üzerinden yürüyen bu dil; bireysel tercihleri kamusal sadakat testine dönüştürür. Böylece farklı olan yalnızca eleştirilmez, potansiyel tehdit hâline getirilir.
Bu gidişat karşısında yapılması gereken şey aslında nettir: İnancı siyasetin, ahlakı iktidarın, muhafazakârlığı ise tarikatların tekelinden kurtarmak. Devletin bütün inançlara eşit mesafede durduğu, bireyin yaşam tarzının kamusal sadakat ölçütü hâline getirilmediği, liyakatin sadakatin önüne geçtiği bir düzeni yeniden savunmak zorundayız. Muhafazakârlık, başkasının hayatını dizayn etme yetkisi değil; birlikte yaşama sorumluluğudur. Bu sorumluluk hatırlanmadıkça, ne toplumsal barış ne de inancın itibarı korunabilir.
Gerçek muhafazakârlık; aklı, adaleti, vicdanı ve birlikte yaşama kültürünü korur. Bugün korunan ise çoğu zaman sadece iktidar.
