Her gün bir annenin dramına içimiz acıyarak tanık oluruz.
Mesela, çocuğuna köfte alamadığı için sadece kokusunu duyurabilmesi amacıyla mutfakta yağda yumurta pişiren anne..
Çocuğu açtır; yumurtanın kokusunu köftenin tadı gibi sofraya koyarak, onu bir anlık avutmaya çalışan anne, aslında gerçek açlığı gizler.
Bizim annelerimizin her hareketi sessiz bir direniştir; hayata ve yoksulluğa karşı verilen sessiz bir mücadele. Bu mücadele çaresizlik ile yoğrulmuş ruhsal bir çöküşünde adeta alt yapısını oluşturur.
İşte tam da bu mutfaklarda, yumurta kokusuyla avutulmuş çocukların sofralarında başlar sessiz çöküş.
Yoksulluk ve yolsuzluk, aileyi ve toplumu birbirini besleyen bir döngüyle aşındırır.
Büyük şehirlerde aileler temel ihtiyaçlarını karşılamakta oldukça zorlanmaya başladı.
TÜİK’in 2024 verilerine göre yoksulluk oranı %13,6; yoksulluk riski altındaki nüfus %21,2.
Kırsalda tablo daha vahim: gençler göç ediyor, köyler yaşlanıyor- boşalıyor-, tarım ve hayvancılık cazibesini çoktan yitirdi.
Yoksulluk artık geçici bir kriz değil; kuşaklar arası aktarılan, kalıcı bir gerçeklik, adeta reddi mümkün olmayan bir miras gibi..
Yolsuzluk sadece para ile ölçülen ekonomik çöküş değil.
Güvenin, hukukun, devletin işleyişinin çöküşüdür.
Transparency International (Uluslararası Şeffaflık) ‘ın 2024 Yolsuzluk Algı Endeksi’ndeki yerimiz bunu açıkça gösteriyor.
Kamu ihaleleri, imar izinleri ve müteahhit sözleşmeleri çoğu zaman siyasetin ve çıkar gruplarının etkisi altında şekilleniyor.
Denetim zayıf. Kurumlar adeta çürümeye yüz tutuyor.
Bu çürüme doğrudan yoksulluğu büyütüyor.
Yolsuzluk arttıkça kamu kaynakları israf oluyor; sosyal devlet zayıflıyor; yurttaşın hesap sorma gücü ortadan kalkıyor.
Yoksulluk artıyor, denetimler gevşiyor, yolsuzluk derinleşiyor.
Bu döngü, aileyi, toplumu ve devletin temel kurumlarını sessizce tüketiyor.
Sessiz çöküş fark edilmeden hayatları biçimlendiriyor.
Bazen o hayatlar, en küçük destek gelmediğinde dayanacak güçlerini kaybederek yok oluyorlar.
Çözümün reçetesi basit; ama uygulanması kararlılık ister.
Kamu harcamaları şeffaf ve izlenebilir olmalı.
Yardımlar, siyasi referans yerine objektif kriterlerle dağıtılmalı.
Kamu görevlileri ehliyete göre atanmalı; yargı baskılardan arındırılmalı.
Bu adımlar, sadece bir siyaset meselesi değil; toplumsal bir ahlâk meselesidir.
Gerçek refah ve gelişme betonla, teknolojiyle veya sanayinin zirveye çıkmasıyla, ulusal gelirin total olarak artması ile sağlanmaz.
Temiz siyaset, adil yönetim ve güçlü aile ile sağlam toplum kurumlarıyla başlar.
Yoksulluk kader değil, olmamalıdır da. Yolsuzluk alışkanlık değil, normalleşmemelidir.
Bunlara karşı ses çıkarmalıyız. Ancak sessiz çöküşü kırabildiğimiz gün, çocuklarımız artık koku ile avutulmaz, lezzetin gerçeği ile beslenir. Refah toplumunun adımlarını böylece atmış oluruz.
Eğer bunu başaramazsak, bir gün çocuklarımızı kokusuyla avutmaya çalıştığımız yumurtayı bile arar hâle geliriz;
Unutmayalım ki, yumurtaya bile ulaşamayanların sessizliği hepimizi sağır eder.
Umarız ki bu sessizliği, yönetenler ve yönetmeye aday olanlar duyuyordur.
