Yıllardır bir masal dinliyoruz. Muhafazakar mahalleden çıkıp şehrin en imtiyazlı, en steril mekanlarına —yani o meşhur kütüphanelere— uzanan yolun bir başarı hikayesi olduğu anlatıldı bize. Sanki bir nesil; idealleriyle yükselmiş, sınıf değiştirmiş ve kendini hakikat üzerine yeniden inşa etmişti.
Bu anlatı o kadar ustalıkla işlendi ki, toplumun önemli bir kesimi bunun sahici bir dönüşüm olduğuna inandırıldı. Oysa bugün perde arkasındaki manzara çok daha net: Bu yol bir başarı hikâyesi değil; siyasetin kendine yeni vitrinler, yeni yüzler ve yeni sadakatler devşirdiği devasa bir operasyondur.
Ekonomik Yoksulluk mu, Toplumsal Çürüme mi?
Bizler göğsümüzü siper etmişçesine o suni mahalle kavgalarını verirken, aslında elimizden kayıp giden en büyük hazinenin, yani değerlerimizin farkında değiliz. Meseleyi sadece iktisadi bir yoksulluk olarak okumak, yaklaşan tehlikeyi küçümsemektir. Eğer sorun sadece cüzdanımızdaki eksilme olsaydı, bunun çaresi asırlardır belli; ekonomik paketler gelir, rakamlar düzelir ve kaybedilenin yerine yenisi konur.
Ancak bugün karşı karşıya olduğumuz şey bir bütçe açığı değil, bir sosyal krizdir; yani toplumsal çürümedir. Ve bu çürüme, hiçbir ekonomik paketle onarılamayacak kadar ağır travmalar yaratıyor. Adalete olan güven eksikliği, lüks yaşam özlemi ve cezasızlık algısı bu sürecin yakıtı olurken; daha da önemlisi, kısa sürede üretmeden zenginleşmenin takdir görmesi bu çürümenin anahtarı haline geliyor.
Zenginliğin Çilingiri: Medya
İşte bu anahtarın çilingiri ne yazık ki medyadır. Medya artık halka doğruları sunmak yerine, suç yaratan ve suçu estetize eden bir merkez haline gelmiştir. Liyakati görünmez kılan, şovu gerçeğin tahtına oturtan bu düzen; uyuşturucu ağlarından yolsuzluk çarklarına kadar uzanan karanlığı, başarı veya mağduriyet maskesiyle evlerimize servis ediyor.
Milyonlarca insan yoksulluk sınırında sıkışmışken, onlara verilen en güçlü uyuşturucu bu algı yönetimidir. Suçun mahiyeti değil, suçlunun hangi mahalleden çıktığı tartıştırılıyor. Fail bizim mahalledense korunuyor, değilse linç ediliyor. Hele o suçüstü yakalananların sığındığı o ezberlenmiş liman: “Bize operasyon çektiler! Mahallemizi hedef aldılar!”
Oysa bu faillerin mahalleleri bizimkiler değil. Onların dünyası; çakarlı arabaların, gizemli kütüphanelerin, aynalı odaların ve korunaklı villaların dünyasıdır. Sadece ağır abilerin girebildiği o imtiyazlı mekânlarda ne ekmek kavgası var ne hesap günü ne de adalet.
Uyanış Zamanı
Kamera karşısında birbirine yumruk atıyormuş gibi yapan, ardından kapalı kapılar ardında aynı sofrada pay tutan siyaset figürleri… Her akşam ekranlara çıkıp bizleri mahallelere bölen siyaset simsarları, yolsuzluğu mahalle dayanışması diye pazarlayan medya ve millete mütevazı hayatlar öğütlerken kendine saraylar inşa eden sistem… Artık sormalıyız: Bu medya büyüsünden ne zaman uyanacağız?
Çünkü o parıltılı ışıklar söndüğünde, geriye sadece kaybettiğimiz mahallemiz ve terk ettiğimiz ilkelerimiz kalacak. Hakikat, biz sustuğumuz sürece masum olmayacak. Şimdi karar verme vakti: Ya o lüks kütüphanelerin tozlu raflarında birer figür olarak kalacağız ya da kendi mahallemizin sokaklarında, başı dik ve haysiyetli bir adaletin nöbetini tutacağız.
Uyanmak için güneşin doğmasını beklemeyin; zira bazen uyanış, karanlığın en koyu olduğu anda başlar.
