Kaygıdan kaçmayı öğrendik.
Meşgul olmayı, hızlanmayı, düşünmemeyi…
“Boş ver” demeyi.
Oysa bazı kaygılar vardır ki susturuldukça geçmez. Bastırıldıkça şekil değiştirir. Uykusuzluk olur, öfke olur, hayattan kopma olur. Kaygı yok olmaz; bedelini başka yerlerden ödetir.
Rollo May bunu teoride değil, hayatında yaşadı. Genç bir akademisyenken verem oldu ve aylarca bir sanatoryumda yattı. O yıllarda bu hastalık, “tedavi edilir” denilen bir şey değildi; ölüm ihtimali gerçekti. Hayat durdu. Akademik kariyer askıya alındı. Roller, planlar, gelecek hesapları bir kenara itildi. Kaçacak bir iş yoktu, oyalanacak bir hız yoktu. Sadece zaman ve sessizlik vardı.
Bu zorunlu duruş May’i değiştirdi. Sanatoryumdan sonra psikolojiye bakışı eskisi gibi olmadı. Kaygıyı bastırılması gereken bir semptom olarak görmeyi bıraktı. Doktora çalışmasını doğrudan kaygının anlamı üzerine yaptı; bu çalışma daha sonra The Meaning of Anxiety adıyla yayımlandı. Mesleki yönü netleşti: İnsanları “rahatlatan” değil, hayatlarıyla yüzleştiren bir psikoterapi çizgisi benimsedi.
Sanatoryumda fark ettiği şey şuydu: Fiziksel olarak daha iyi durumda olan bazı hastalar çökerken, ağır hasta olan bazıları hayata tutunuyordu. Aradaki fark ilaçta değil, yaşamak için bir nedenin olup olmamasındaydı. Bu gözlem, May’in tüm meslek hayatını belirledi. Kaygıyı bir arıza değil, insanın değerleriyle yaşadığı hayat arasındaki uyumsuzluğun işareti olarak ele aldı.
Bugün yaşadığımız kopukluk tam da burada başlıyor. Kalabalıklar içindeyiz ama yönsüzüz. Sürekli meşgulüz ama temasımız zayıf. Kaygı geldiğinde hemen susturmak istiyoruz. Oysa kaygı çoğu zaman şunu soruyor: “Bu hayat gerçekten senin mi?” Bu sorudan kaçtıkça, huzur artmıyor; yorgunluk derinleşiyor.
Kaygıyı dinlemek büyük laflar etmek değildir. Her şeyi bırakmak hiç değildir.
Çoğu zaman hayatı kökten değiştirmek gerekmez. Kaygı genellikle günlük hayatın içinde sürekli ertelenen küçük itirazlardan doğar. Bu yüzden onu dinlemek, önce nerede zorlandığını fark etmekle başlar.
Bazen bu, bir sınır koymaktır. Herkese yetişmeye çalışmayı bırakmak, “idare ederim” diyerek üstlendiğin bir yükü artık taşımamaktır. Sana iyi gelmediğini bildiğin bir beklentiyi sessizce kabul etmemektir.
Bazen istemediğin bir role “hayır” demektir. Sana yakıştırılan ama seni tüketen bir kimliği sürdürmemeyi seçmektir. İyi görünmek uğruna kendi ihtiyaçlarını sürekli geri plana itmeyi bırakmaktır.
Bazen suskun kaldığın bir yerde konuşmaktır. Kırılmamak için içine attığın bir sözü, rahatsızlığını ya da itirazını açıkça ifade etmektir. Bu konuşma ortamı değiştirmese bile, insanın kendisiyle olan bağını onarır.
Yani hayatının direksiyonunu biraz geri almaktır.
Otomatikleşmiş bir düzenin içinde sürüklenmek yerine, küçük kararları bilinçle vermeye başlamaktır. Neye “evet” dediğini, neye katlandığını, neyin seni besleyip neyin yorduğunu fark etmektir.
Rollo May’in sanatoryumdan çıkarken öğrendiği ders nettir: Kaygıyı yok etmeye çalışmak insanı körleştirir. Kaygıyı dinlemek ise yön verir. Susturulan kaygı bedeldir; dinlenen kaygı pusula olur.
Ve insan yönünü ancak durabildiğinde bulur.
