Milliyetçilik, tarihsel olarak bir halkın egemenlik bilinci, kamusal sorumluluk duygusu ve ortak gelecek tasavvuru üzerine inşa edilir. Ernest Renan’ın ifadesiyle millet, “her gün yeniden verilen bir plebisit”tir; yani bilinçli, süreklilik taşıyan ve ahlaki bir siyasal iradedir. Benedict Anderson bu iradeyi siyasal olarak kurulan bir “hayali cemaat” olarak tanımlar; Eric Hobsbawm ise milliyetçiliğin ancak tarih, emek ve kurumlar üzerinden anlam kazandığını vurgular. Kısacası milliyetçilik; bağırarak değil düşünerek, tüketerek değil üreterek, küfrederek değil hukuk kurarak var olur.
Türkiye’de ise uzun süredir bu bilinçli siyasal iradenin yerini, refleksif öfke nöbetleri, tribün küfrü ve tüketim nesneleri aldı. Milliyetçilik, bir fikir olmaktan çıkıp bir jest, bir poz, bir etiket hâline getirildi. Buna artık daha dürüst bir isim vermek gerekiyor: Gazoz milliyetçiliği.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi olan Atatürk milliyetçiliği, bu sığlığın tam karşısında durur. Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” tanımı, etnik kökeni değil siyasal aidiyeti, kanı değil hukuku, kültürel üstünlüğü değil eşit yurttaşlığı esas alır. Atatürk milliyetçiliği hamasi değildir; programlıdır. Dışlayıcı değildir; kurucudur. Yurtseverliği bir his patlaması değil, kamusal sorumluluk rejimi olarak görür. Bugün “yerli ve milli” diye pazarlanan birçok refleks ise bu anlayışın tam karşı ucunda durmaktadır.
Bursaspor tribünlerinde Leyla Zana’ya edilen küfür, bu çöküşün tesadüfi bir örneği değildir. Bu küfür, yıllardır bilinçli biçimde üretilen kimlik siyasetinin, düşmanlaştırıcı dilin ve cezasız bırakılan nefret söyleminin doğal sonucudur. Küfür, milliyetçilik değildir. Küfür, düşüncenin bittiği yerde başlayan bir ilkel boşalım biçimidir. Atatürk milliyetçiliğinde küfür yoktur; fikrî mücadele, siyasal eleştiri ve hukuk vardır. Tribün diliyle siyaset yapmaya başlandığında, millet yurttaş olmaktan çıkar; kolay yönlendirilen bir kalabalığa dönüşür.
Ne var ki asıl ibretlik olan, bu olaydan sonra sergilenen tepkilerdir.
Zafer Partisi’nden başlayarak farklı siyasal aktörlerin Uludağ Gazozu üzerinden poz vermesi, milliyetçiliğin artık tarihsel bilinçle değil, market raflarıyla kurulduğunu göstermektedir. Bir içecek markası, bir anda siyasal sadakatin ölçüsüne dönüştürülmüştür. Bu, Eric Hobsbawm’ın sözünü ettiği “icat edilmiş gelenekler”in bile gerisine düşen, neredeyse parodik bir milliyetçilik performansıdır. Düşünce yoktur; sembol vardır. Program yoktur; jest vardır. İlke yoktur; fotoğraf vardır.
İmamoğlu’nun danışmanı İbrahim Özkan’ın ve Dr. Bengi Başer’in bu gösteriye eklemlenmesi ise, bu sığlığın yalnızca milliyetçi sağa ait olmadığını, muhalefetin merkezine kadar yayıldığını göstermektedir. Muhalefet, milliyetçiliği tartışmak yerine ona uyum sağlamayı, onu dönüştürmek yerine onunla poz vermeyi tercih etmiştir. Siyaset, fikir üretme alanı olmaktan çıkmış; görsel sadakat ritüelleriyle yürütülen bir algı faaliyetine indirgenmiştir.
Bu noktada şunu açıkça söylemek gerekir:
Bir içecek markasıyla siyasal aidiyet kuruluyorsa, ortada milliyetçilik değil; kültürel tüketimciliğin politik taklidi vardır. Bu anlayış ne ulus bilinci üretir ne de yurttaşlık. Sadece gürültü üretir. Ve gürültü, her zaman düşüncenin düşmanıdır.
CHP’nin bu süreçteki tutumu ise, Türkiye muhalefetinin entelektüel krizinin neredeyse ders kitabı örneğidir. Ne tribün küfrüne karşı Atatürk milliyetçiliği temelinde net bir tutum alınmış, ne de bu popülist sembolizme karşı kurucu bir yurtseverlik dili geliştirilebilmiştir. CHP bir kez daha kalabalığın arkasına saklanmayı, gürültüye teslim olmayı, düşünsel risk almamayı tercih etmiştir. Oysa yurtseverlik, tam da bu anlarda anlam kazanır: Yanlışa alkış tutan çoğunluğa karşı, doğruyu savunabilme cesaretidir.
Gerçek yurtseverlik;
– kamusal ahlakı savunur,
– hukuku merkeze alır,
– emeği ve eşit yurttaşlığı esas alır,
– kimlik siyasetiyle değil, ortak yaşam ilkeleriyle konuşur,
– Cumhuriyet’i bir semboller manzumesi değil, yaşayan bir siyasal düzen olarak kavrar.
Gazozla yurtseverlik olmaz.
Küfürle millet olunmaz.
Poz vererek Cumhuriyet savunulmaz.
Bugün Türkiye’de “milliyetçilik” adı altında dolaşıma sokulan bu pratikler, ulusu siyasal bir özne olarak güçlendirmiyor; tam tersine onu duygusal, tepkisel ve kolay manipüle edilen bir kalabalığa indiriyor. Bu, yalnızca iktidarların değil, siyasal cesareti olmayan muhalefetin de işine gelen bir toplumsal formdur. Çünkü düşünen yurttaş soru sorar; bağıran taraftar ise sadece eşlik eder.
Yurtseverlik tribünde değil; akılda, hukukta ve kamusal vicdanda yaşar.
Gazoz milliyetçiliği ise tam olarak bunların yokluğunda ortaya çıkar.
Ve her ortaya çıktığında, bu ülkenin yalnızca siyasal aklını değil, Cumhuriyet iddiasını da biraz daha aşındırır.
Bu tablo karşısında yapılması gereken ise son derece açıktır. Türkiye’nin ihtiyacı, reflekslere teslim olan bir sözde milliyetçilik değil; Atatürk milliyetçiliğini yeniden siyasal akıl, yurttaşlık hukuku ve kamusal sorumluluk temelinde üretmektir. Muhalefet, popüler olanın peşinden sürüklenmeyi bırakıp, doğru olanı savunma cesaretini yeniden kazanmak zorundadır.
Milliyetçilik, tribünlere göz kırparak değil; laiklikten, hukuktan, sosyal devletten ve eşit yurttaşlıktan taviz vermeden yapılır. Cumhuriyetçi yurtseverlik, kısa vadeli alkışlara değil, uzun vadeli siyasal omurgaya dayanır. Aksi hâlde bugün gazozla kurulan sembolik sadakat, yarın daha sert, daha dışlayıcı ve daha otoriter biçimlere evrilir. Bu yüzden mesele bir içecek markası değil; siyasal aklın yeniden inşa edilip edilmeyeceği meselesidir.
Öte yandan bu “gazoz milliyetçiliği” sürecinin, Türkiye’de yıllardır işletilen terörle mücadele söylemiyle yan yana ilerlemesi de dikkat çekicidir. Terörü bitirme iddiası, toplumsal barışı ve hukuk devletini güçlendirmek yerine, kimlikler üzerinden gerilim üretmenin aparatı hâline getirildiğinde; ortaya güvenlik değil, sürekli teyakkuz hâli çıkar. Gazoz üzerinden kurulan sembolik saflaşmalar, bu teyakkuz siyasetinin kültürel uzantısıdır. Sorunları hukukla çözmek yerine, sembollerle bastırma alışkanlığı; terörü de, toplumsal kutuplaşmayı da besler.
Çünkü terörle mücadele, hukukun askıya alındığı değil; tam tersine en güçlü biçimde işletildiği yerde başarıya ulaşır. Gazoz milliyetçiliği ise hukuku değil, refleksi; çözümü değil, geçici tatmini büyütür.
Ve kimse kusura bakmasın.
Milliyetçilik, marketten alınan bir şişeyle yapılmaz.
Cumhuriyet, poz vererek savunulmaz.
Atatürk, tribünlere oynamazdı; akla seslenirdi.
Bu ülke, bağıranlardan değil düşünenlerden kuruldu.
Bugün gazozla saf tutanlar, yarın başka bir raf ürününde hizaya girer.
Çünkü fikri olmayanın sadakati, sembollerle sınırlıdır.
Ulus olmak, içmekle değil inşa etmekle ilgilidir.
Ve Türkiye’nin ihtiyacı, daha çok gazoz değil;
daha çok akıl, daha çok hukuk, daha çok cesarettir.
Ve belki de en acı gerçek şudur: Gazoz milliyetçiliği bu ülkede tesadüfen ortaya çıkmadı. Bu, düşüncenin sistemli biçimde itibarsızlaştırıldığı, aklın “elitizm”, hukukun “ayak bağı”, ilkenin “lüks” sayıldığı uzun bir siyasal iklimin doğal ürünüdür. Yıllarca yurttaş değil taraftar üretildi, bilinç değil refleks teşvik edildi, hak talebi değil sadakat ödüllendirildi.
Sonunda ortaya çıkan şey, ulusu ileriye taşıyacak bir milliyetçilik değil; en ufak kriz anında köpüren, gürültü çıkaran ama hiçbir sorunu çözmeyen bir duygu kalabalığı oldu. İşte tam bu yüzden mesele bir gazoz meselesi değildir. Mesele, Cumhuriyet’in yurttaş mı yetiştireceği, yoksa raflar arasında yönlendirilen kalabalıklarla mı yoluna devam edeceğidir.
