HALKWEBYazarlarCHP Nasıl Bu Noktaya Geldi?

CHP Nasıl Bu Noktaya Geldi?

Bir Genel Başkanın İrade Tesliminin ve İmamoğlu Vesayetinin Muhasebesi

0:00 0:00

CHP bu noktaya bir günde gelmedi. Bir darbeyle, bir baskıyla, bir dış müdahaleyle de gelmedi. CHP bu noktaya yavaş yavaş, susarak, alışarak ve kişilere teslim olarak geldi. Bugün yaşanan şey bir seçim yenilgisi değil; irade kaybıdır. Ve irade kaybı, bir partinin yaşayabileceği en ağır çöküştür.

Her şey, siyasetin merkezine ilke yerine kişisel bekanın yerleştirilmesiyle başladı. Bir siyasetçi kendi dosyasını, kendi geleceğini, kendi risklerini “ülkenin kaderi” olarak sunmaya başladığında; orada artık siyaset değil, duygusal rehin alma vardır. Ekrem İmamoğlu’nun son yıllarda izlediği hat tam olarak budur: Kendi siyasi sıkışmışlığını, demokrasi ve milli irade söylemiyle kutsamak.

CHP yönetimi bu noktada dur demedi. Demekle kalmadı; bu dili benimsedi, yaydı, korudu. Böylece parti, farkında olmadan bir savunma refleksine, daha da kötüsü bir kalkan örgütlenmesine dönüştü. CHP, ülkenin sorunlarını konuşan bir muhalefet partisi olmaktan çıkıp, bir kişinin siyasi dosyasını savunan yapıya evrildi.

Oysa bu hikâye İstanbul Büyükşehir Belediyesi’yle başlamadı. Beylikdüzü Belediyesi’nden itibaren imar kararları, ihale süreçleri, belediye–sermaye ilişkileri kamuoyunda tartışıldı. Sorular soruldu. Yanıtlar istendi. Ancak şeffaflık gelmedi. Denetim işletilmedi. CHP yönetimi “hesap soran” değil, rahatsız olmamaya çalışan bir pozisyon aldı. Bu, bir tercihti. Ve o tercih, bugünkü çürümenin ilk tuğlasıydı.

Burada kilit soru şudur:
Bir partinin görevi, bir siyasetçiyi korumak mıdır;  yoksa seçmen adına hesap sormak mıdır?

Bu soruya yanlış cevap verildiği anda, CHP yoldan çıktı.

Kırılma noktalarından biri 38. Kurultaydır. Kapalı devre Zoom toplantıları, delegasyon dizaynı, blok listeler ve perde arkası organizasyon iddiaları ortadayken, CHP yönetimi net bir tutum almadı. Ne açık bir yalanlama yaptı, ne şeffaf bir açıklama, ne de bağımsız bir denetim çağrısı. Sessizlik tercih edildi.

Ama siyaset sessizliği affetmez.
Sessizlik burada tarafsızlık değil, pozisyon almaktır.

Türkiye gibi FETÖ kumpaslarını yaşamış, kurumları içeriden çökertilmenin bedelini ödemiş bir ülkede; kapalı, kontrolsüz, kimlerle yapıldığı açıklanmayan siyasi organizasyonlar sıradan sayılamaz. Bu toplantılar ne içindi? Kimler vardı? Kurultayın iradesi gerçekten serbest miydi? Bu sorulara cevap verilmeden “parti içi demokrasi” denemez.

Buradan daha derine indiğimizde, CHP’nin yıllardır yüzleşmekten kaçtığı kimlik çelişkisi ile karşılaşıyoruz. Bugün “merkez–sol, laik, halkçı” diye sunulan bir siyasal figürün; sağcı, muhafazakâr, tarikat ve cemaat sosyolojisine yabancı olmayan bir geçmişten gelmesi tek başına suç değildir. Ancak siyasette esas olan geçmişi inkâr etmek değil, geçmişle hesaplaşmaktır.

Samanyolu çevreleriyle temas iddiaları, o dönemin medya ve cemaat ağlarıyla kurulan ilişkiler bu yüzden önemlidir. Kimse burada mahkeme kurmuyor. Ama Türkiye’nin yaşadıklarından sonra, bu başlıkların konuşulmaz ilan edilmesi kabul edilemez. CHP gibi Cumhuriyet’in kurucu partisinin, bu sorular karşısında “susarak geçme” lüksü yoktur. Açıklanmayan her ilişki, her boşluk, şüpheyi büyütür.

Tarikatlar meselesinde de tablo nettir. CHP söylemde laik, pratikte temkinlidir. Kürsüde sert, sahada yumuşaktır. Kimseyi ürkütmeyen, kimseyle kavga etmeyen, denge ve idare siyaseti hâkimdir. Bu anlayış laiklik değildir. Bu, Cumhuriyet değerlerini pazarlık konusu yapan bir pragmatizmdir. Atatürk’ün CHP’si böyle bir parti değildir; böyle kurulmamıştır.

Ve tam bu noktada, meselenin adı artık açıkça konmalıdır:
CHP Teslim Alınırken: Özgür Özel’in Sessizliği, İmamoğlu’nun Vesayeti

CHP bugün bir seçim kaybı değil, irade kaybı yaşıyor. Bu kaybın adı artık gizlenemiyor: Partinin yönetimi, Özgür Özel üzerinden fiilen başkasının siyasi ajandasına teslim edilmiştir. CHP’yi yöneten irade ile CHP adına konuşan irade artık aynı yerde durmamaktadır.

Özgür Özel genel başkanlık koltuğunda oturuyor olabilir; fakat siyasetin yönü, dilin sertliği, krizlerin çerçevesi ve “dokunulmaz alanlar” başka bir merkezden belirlenmektedir. CHP, bugün bir partiden çok, bir kişinin siyasi savunma hattına dönüşmüştür. Bu, partinin tarihine yapılmış en büyük haksızlıklardan biridir.

İmamoğlu’nun kendi siyasi dosyalarını “ülke meselesi” haline getiren dili, CHP yönetimi tarafından sorgulanmak bir yana, mutlak sadakatle sahiplenilmektedir. Hukuk konuşulacağı yerde slogan atılmakta, hesap sorulacağı yerde mağduriyet pazarlanmaktadır. Bu tablo muhalefet değil, kişisel beka siyasetidir.

Özgür Özel’in asıl sorumluluğu da tam burada başlamaktadır. CHP Genel Başkanı, partiyi korumakla yükümlüdür; bir ismin arkasına saklamakla değil. Ancak Özel, 38. Kurultay’dan bu yana CHP’yi yönetmek yerine, olan biteni izlemeyi tercih etmektedir. Kurultay sürecine ilişkin kapalı organizasyon iddiaları, Zoom toplantıları, parti içi dizayn tartışmaları karşısında tek bir net siyasi irade ortaya koymamıştır.

Bu sessizlik masum değildir.
Bu sessizlik, teslimiyettir.

Atatürk’ün kurduğu parti, kapalı devre ilişkilerle, hesap vermeyen siyasi ağlarla, geçmişi tartışmalı figürlerin dokunulmaz ilan edilmesiyle yönetilemez. CHP, FETÖ kumpaslarının hedefi olmuş bir partidir. Böyle bir partinin yönetimi, geçmişiyle ilgili sorulara “susarak” cevap veremez. Suskunluk burada bir tercih değil, siyasi sorumsuzluktur.

Daha da vahimi, CHP’nin ideolojik omurgasının bilinçli şekilde aşındırılmasıdır. Laiklik, parti programında vardır ama pratikte yoktur. Tarikatlara mesafe söylemde kalmış, sahada “rahatsız etmeme” politikasına dönüşmüştür. Sağdan devşirilmiş ilişkiler, muhafazakâr dengeler, cemaat sosyolojisine göz yuman bir pragmatizm; bugün CHP’nin fiili siyasetidir.
Bu tablo sol değildir.

Bu tablo halkçı değildir.
Bu tablo Atatürkçü hiç değildir.

Özgür Özel’in önünde artık net bir tercih vardır:
Ya CHP’yi kurucu değerlerine döndürecek bir genel başkan olacaktır, ya da partiyi bir kişinin siyasi kariyerinin sekreteryalığına indirgeyen isim olarak anılacaktır.

CHP, liderlerin değil ilkelerin partisidir.
CHP, mağduriyet hikâyeleriyle değil hesap verebilirlikle büyür.
CHP, susarak değil direnerek muhalefet yapar.
Bugün yaşanan şey iktidarın baskısı değil; muhalefetin teslim oluşudur.
Ve bu teslimiyetin siyasi faturası, sandıktan çok tarihe kesilecektir.

Ve mesele yalnızca kişilerle sınırlı değildir. CHP’nin bugün yaşadığı savrulma, kadro ve program düzeyinde bilinçli bir yön değişikliğinin sonucudur. Bu yön değişikliğinin en somut göstergesi ise İYİ Parti’den transfer edilen isimlerin parti içinde konumlandırılış biçimidir.

Adnan Beker, Cemal Enginyurt, Ümit Dikbayır gibi isimlerin CHP’ye katılımı “genişleme”, “merkez siyaseti” ya da “denge” söylemleriyle meşrulaştırılmaya çalışıldı. Oysa siyaset, vitrin değişimiyle değil, program ve zihniyetle yapılır. Bu isimlerin yalnızca rozet takarak değil; PM’de, MYK çevresinde, parti stratejisinin üretildiği alanlarda ve fiilen bir CEO ofisi mantığıyla yönetilen dar kadrolarda etkili hale getirilmesi, CHP’nin tarihsel çizgisi açısından ciddi bir kırılmadır.

Buradaki sorun transferin kendisi değil; neyin karşılığında, hangi eksenin terk edilerek yapıldığıdır.

CHP, kamucu ekonomi anlayışıyla kurulmuş bir partidir. Devletin sosyal rolünü, planlamayı, kamu yararını ve emekten yana siyaseti savunmak bu partinin ideolojik omurgasıdır. Ancak son yıllarda bu omurga bilinçli biçimde zayıflatılmıştır. Kamuculuk geri çekilirken; piyasa uyumlu, teknokrat, “yatırımcıyı ürkütmeyelim” diyen neoliberal bir dil öne çıkarılmıştır.

İYİ Parti kökenli bu kadroların siyasal refleksi de tam burada devreye girmiştir. Devletçi–kamucu bir ekonomi anlayışı yerine, merkez sağdan ödünç alınmış “rasyonel piyasa”, “mali disiplin”, “yapısal uyum” klişeleri CHP’nin resmi söylemine sızmıştır. Bu, sadece bir ekonomi tercihi değildir; bu, CHP’nin sınıfsal tarafını belirsizleştiren bir ideolojik tasfiyedir.

CHP artık emekliye, işçiye, yoksula hangi ekonomik modeli önerdiğini net biçimde söyleyememektedir. Çünkü parti içinde bu soruya verilecek cevaplar çatışmalıdır. Bir yanda sosyal devlet, kamusal planlama ve eşitlik iddiası; diğer yanda neoliberal reçetelerle “iktidara güven verme” çabası vardır. Bu ikili yapı, partiyi büyütmez; felç eder.

Daha da çarpıcı olan şudur: Bu sağa açılım, ne tabanı büyütmüş ne de CHP’ye iktidar yolunu açmıştır. Aksine, parti kendi seçmeninde ideolojik güvensizlik yaratmıştır. Sol seçmen, “bizim yerimize başkaları konuşuyor” duygusuna itilmiştir. CHP, başkalarının siyasal geçmişlerini aklama alanına dönüşürken, kendi tarihini ve ruhunu savunamaz hale gelmiştir.

Bu noktada Özgür Özel’in sorumluluğu bir kez daha karşımıza çıkar. Genel Başkan sıfatıyla, parti programını ve ideolojik çizgiyi korumakla yükümlü olan Özel, bu savrulma karşısında itiraz üretmemiş, sınır çizmemiş, yön tayin etmemiştir. PM ve çevresindeki bu sağ ağırlığın, CHP’nin sol–kamucu kimliğini aşındırmasına karşı tek bir ciddi politik müdahale görülmemiştir.

Bu da bizi şu kaçınılmaz soruya getirir:
CHP bugün kim tarafından, hangi akılla yönetilmektedir?

Parti içi karar mekanizmaları giderek daralırken, siyaset bir avuç ismin belirlediği teknik ve iletişim odaklı bir alana sıkıştırılmıştır. “CEO ofisi” benzetmesi boşuna değildir. CHP, tabanı konuşan bir kitle partisi olmaktan çıkarılıp; kriz yöneten, algı üreten, dosya savunan bir kurumsal makineye dönüştürülmektedir.

Bu anlayış, CHP’nin DNA’sına aykırıdır.

CHP; kamunun, halkın, emekçinin, laikliğin ve ulusal egemenliğin partisidir. Ne sağdan devşirilmiş siyasal reflekslerle, ne neoliberal ezberlerle, ne de kişisel beka hesaplarıyla yol alabilir. Bu yoldan gidilirse, parti yalnızca seçim kaybetmez; kendini kaybeder.
Bugün CHP’nin yaşadığı kriz, isimler krizi değil; istikamet krizidir.
Ve bu istikamet, sessizlikle, transferlerle, program aşındırarak düzeltilemez.

CHP ya yeniden kamucu, laik, halkçı ve kurucu çizgisine dönecek; ya da başkalarının siyasi yüklerini taşıyan, kimliği belirsiz bir ara partiye dönüşecektir.

Tarih bu sorunun cevabını ertelemeye izin vermez.
CHP’nin buna da hakkı yoktur.

YAZARIN DİĞER YAZILARI