Cumhuriyet Halk Partisi bugün sessiz ve derinden bir yol ayrımına doğru ilerliyor. Ama bu, dışarıdan bakıldığında sansasyon vaadeden “büyük kopuş”, “yeni parti”, “iç isyan” türü bir ayrım değil artık. Tercihlerle ilgili bir ayrım. Partinin kendi içinde, hangi değerlerin önceleneceğiyle ilgili; hangi sesin ağırlık kazanacağı, hangi vicdanın konuşacağıyla ilgili bir ayrım.
CHP gerçekten kirden, pastan, akçeden, tortudan sıyrılıp kendine bakacak mı? Kendini sorgulayacak mı? Yoksa kısa vadeli güç hesaplarının, yüksek sesle konuşan dar bir çevrenin yön verdiği bir hatta mı sıkışacak?
Aslında partide hâlâ bir büyük sessiz çoğunluk var. Kadim CHP ruhunu taşıyan, popülizme değil ilkelerine yaslanan, bağırmak yerine partiyi gerçek anlamda düze çıkarmaya çalışan, partiye yük değil, omuz veren insanlar…
Kemal Kılıçdaroğlu’nun son çıkışları da aslında tam bu noktaya işaret ediyor: CHP bugün gürültünün değil, kendi vicdanının sesini duyabilecek mi? Eğik bir düzlemden aşağı doğru kaymaya devam mı edecek; yoksa o düzlemi tersine çevirecek cesareti bulacak mı? Parti, çevrimiçi ekiplerin manipülatif etkisinden sıyrılıp kendi iradesine dönebilecek mi? Siyasi iletişimin değil, ilkesel duruşun belirleyici olduğu bir hattı yeniden kurabilecek mi?
Parti, Ekrem İmamoğlu’nun kişisel yörüngesi olmaktan kurtulabilecek mi?
Parti içinde haklarında ciddi şaibeler olan isimlerin partiyle ilişkisi, gerçekten “aklanana kadar” askıya alınabilecek mi?
En önemlisi de: CHP, rüşvetle, irtikapla, çıkar ilişkileriyle anılmaktan gerçekten kurtulabilecek mi?
Geçmişin Yükü, CHP’nin en ağır dönemi
Kürt meselesinde bugün yeniden kritik bir eşik konuşuluyor. İmralı’ya gidecek heyetle ilgili süreç şekillenirken CHP’nin bu heyete üye vermeme kararı alması, ilk bakışta ilkesel bir duruş gibi görünüyor. Fakat Türkiye siyasetinde hiçbir karar, tarihten bağımsız okunamaz.
Sol, 1990’lara girerken Kürt meselesine temas ettiği her noktada bir sınav yaşadı. SHP döneminde Kürt milletvekillerinin ihraç edilmesi, meclis kapısında polise teslim edilmeleri, solun Kürt seçmenle kurduğu bağın derinden sarsıldığı, tabanın kaydığı, Kürtlerin de seküler düzlemde kendi siyasal örgütlenmelerini inşa etmeye yöneldiği bir eşikti. O kırılmanın etkisi uzun yıllar sürdü; solun bölgedeki siyasal kökleri zayıfladı, karşılıklı güvensizlik büyüdü.
Yine 1989’daki önemli yerel yönetim başarısı, kısa süre sonra ortaya çıkan meşhur İSKİ yolsuzluk skandalıyla gölgelendi. Solun “temiz siyaset” iddiası, daha geniş toplum kesimlerinde ciddi bir yara aldı. O yarayı kapatamadan girilen seçimler ise Türkiye’nin yönünü bambaşka bir iktidara açtı.
Yine 90’ların ortalarından itibaren yaşanan SHP–CHP birleşmesi, merkez solun dağılmış enerjisini toplamaya yetmedi. Birleşme, ismin ve tabelanın ötesine geçemedi; sol yeni bir hikâye üretemiyor, toplumla arasındaki uçurumu kapatamıyordu. Ardından Baykal dönemi başladı ve parti giderek daha içe kapanık, daha dar bir ulusalcı çizgiye oturdu. Bu çizgi, yalnızca Kürtlerle zaten zayıflayan bağları değil, solun toplumun bütününe söyleyebileceği ileri fikirleri de törpüledi. Parti, geniş kitlelere umut verecek bir dil kuramadı.
1999’da baraj altında ve tarihinde ilk defa TBMM dışında kalması da bu tıkanmışlığın çarpıcı bir sonucuydu. Sol, hem siyasal vizyonunu daralttığı hem de yeni bir yön gösteremediği için, iktidar yolunu neredeyse kendi elleriyle kapatmış oldu.
Ekonomik krizler, çözülemeyen toplumsal gerilimler, türban meselesi, devlet içi vesayet tartışmaları, 28 Şubat’ın yarattığı kırılmalar ve hukuksuzluk duygusu… Bütün bunlara bir de siyaset sınıfının sorunları çözememesi eklenince, toplumun geniş kesimlerinde yeni bir arayış doğdu. O arayış, dönemin mağduriyetleriyle birleşince, Erdoğan’ın yükselişine ve AKP’nin uzun iktidar dönemine kapı araladı.
99 seçimlerinde Ecevit’in MHP ve ANAP’la kurduğu koalisyon, başbakanlık süreci ve takip eden hastalık dönemleri… 2000’lerin başında Türkiye siyaseti zaten ağır bir tıkanmışlık içindeydi. Ekonomik krizler, 2001’de yaşanan büyük çöküş, hiper enflasyon, finans sisteminin dağılması ve Kemal Derviş’in IMF destekli yapısal reform programıyla ülkeyi darboğazdan çıkarma çabası… Bu acı reçete uygulanırken, siyasi sınıfın sorunları çözememesi toplumda yeni bir arayışı besledi. Türban tartışmaları, devlet içi vesayet gerilimleri, 28 Şubat’ın yarattığı kırılmalar ve hukuksuzluk duygusu…
Ekonomik reformların meyvesi henüz ortaya çıkmadan gidilen erken seçimde DSP de, MHP de, ANAP da baraj altında kaldı; ama yapısal kararların yaratmaya başladığı istikrar beklentisinin siyasetteki kazananı AKP oldu. Ekonomik enkazın yükünü eski iktidar partileri sırtlanırken, ortaya çıkan ilk toparlanmanın siyasi karşılığını Erdoğan aldı. Solun dağınıklığıyla birleşen bu tablo, AKP’nin uzun iktidar dönemine kapı aralayan toplumsal zemini oluşturdu.
Aynı yıllarda merkez sol ve merkez sağın dağınık yapısı ve yaşadığı çöküş de bu tabloyu pekiştirdi. DSP iktidarı, hem ekonomik krizin yükü hem de Ecevit’in yanı başındaki birtakım isimlerin akçeli işleri, devlet olanaklarını kötüye kullanmalarına ilişkin tartışmalar nedeniyle hızla yıprandı. Üstelik koalisyon dengeleri siyasi manevra alanını iyice daraltmış, çözüm üretme kapasitesini neredeyse sıfırlamıştı. Ecevit’in sağlık sorunlarıyla birleşen bu yönetim zaafı, sonunda 2002 seçimlerinde dramatik bir çöküşe dönüştü; DSP yüzde 1’lere geriledi ve sol, uzun süre toparlanamayacağı bir boşluğa savruldu. Toplumun geniş kesimlerinde “Sol iktidar olamaz!” görüşü iyice yerleşti.
Tam da bu uzun tıkanmanın ardından geldi Kılıçdaroğlu dönemi. Kılıçdaroğlu, CHP’nin yıllardır kıramadığı o görünmez sınırı aşmak için, temas edilmeyen kesimlerle konuşmayı, kapısı hiç çalınmayan mahallelere gitmeyi seçti.
Erdoğan’ın “Sivas’ın ötesine geçemezler” sözüne inat, yıllardır uzak düşülen Güneydoğu’ya gitti. Partiye oy vermesi mümkün değil gibi görünen kesimleri partiye oy verebilir hale getirdi. CHP’nin yıllarca uzak düştüğü kesimlerle yeniden yakınlaşması, 2019 ve 2024’te büyük şehirlerde ortaya çıkan değişimin en kritik unsuru, kazanılan başaranın gerçek zeminiydi. Bu başarı, bugünün yönetimlerinin, Kılıçdaroğlu çevrimiçleriyle gönderildikten sonraki 7 aylık kısa dönem çalışmalarının değil; yıllara yayılan Kılıçdaroğlu’nun o sabırlı temas siyasetinin, adalet yürüyüşlerinin, ilmek ilmek dokunan uzun ince yolun çıkardığı bir neticeydi. Üstelik bütün bu süreç, rüzgârın içeride ve dışarıda Erdoğan’dan yana estiği, türban tartışmalarının siyaseti kilitlediği, Erdoğan’ın geniş kitleler için neredeyse bir sembole dönüştüğü yıllarda yaşandı. Tam da o dönemlerde iktidarın etrafında sıkı bir güç birikmişken, aynı kitlelerin zamanla inançlarının istismar edildiğini düşünmeye başlaması ve bir kısmının iktidardan uzaklaşması, CHP’nin kurduğu bu yeni temas hattının toplumsal karşılığını daha da görünür kıldı.
Elbette Kılıçdaroğlu’nun hataları da vardı; tavizleri, eksikleri, zaman zaman gecikmiş refleksleri… Siyasetin “kervanın yolda düzülmesi” kuralı ondan da eksik kalmadı. Fakat tüm bu eksiklere rağmen, onun temiz duruşu ve sakin ama kararlı liderliği, iktidarın muhalefeti yargı sopasıyla hizaya getirme iştahını her zaman bir ölçüde frenledi. O dönem de yanlışlar, hatalı tercihler elbette vardı; Kılıçdaroğlu bunların çoğunu görüyor ve fırsatı olsaydı yerel yönetimleri bütünüyle liyakatli kadrolarla yeniden dizayn etmeyi planlıyordu. Kendisi zaten bu niyetini, yerel yönetim sürecini düzenledikten sonra kenara çekileceğinin, Cumhurbaşkanlığı gibi bir hırs taşımadığının işaretiyle defalarca göstermişti.
Ne var ki ona bu fırsat verilmedi. Parti içindeki hesaplar, çevrimiçi manipülasyonlar, arkadan yürütülen küçük iktidar oyunları, CHP’yi zamanla bir siyasi örgüt olmaktan çok bir “personel düzeni”ne dönüştürdü. Örgüt, personel haline getirildi. Bir avuç yöneticinin sadakat ağlarına eklemlenen, talimatla hareket eden bir aparata çevrildi. Eleştiren değil, emir alan bir kurşun asker düzeni… Bugün kongrelerin bu düzen üzerinden kazanılması, sahaya sürülen olanakların, dağıtılan pozisyonların, kişisel menfaat ağlarının belirleyici olması, partinin nasıl bir yapıya dönüştüğünü acı biçimde gösteriyor.
Solun neden istikrarlı bir iktidar olma tarihi bir türlü yazılamıyor? Çünkü solun en büyük zaafı hep aynı: Kendi kendini tüketmek. Sol içindeki güçlerin birbirini yemesi, istikrarın bir türlü kurulamaması… Bugün de benzer bir manzara var: AKP’nin fazla bir şey yapmasına gerek kalmadan CHP, kendi iç kavgasıyla iktidar yolunu ona adeta altın tepside sunuyor. Çünkü partideki enerjinin hatırı sayılır bir bölümü, ironi gibi, iktidar partisine çalışıyor.
Kılıçdaroğlu’nun ardı ardına yaşanan ihanetlerle devrilmesi, İmamoğlu’nun düştüğü konum, devamlılığın, saygının, vefanın yerini kişisel hesapların alması, partinin bugün herşeyden önce akçeli işler ve ilişkilerle anılması, suçlanması… Parti, kendi içinde iktidar mücadelesine gömülmüşken, halkın gerçek dertleri bambaşka bir yerde duruyor. Kimse de haliyle böylesine kavgalı bir eve güvenip geleceğini emanet etmek istemiyor.
***
Bugün İmralı meselesinde alınan her karar, yalnızca prosedürel bir tercih değildir. Solun 30–40 yıllık bagajıyla, Kürtlerle kurduğu kırılgan ilişkiyle, geçmişte yapılan hatalarla ve gelecekteki seçimlerle doğrudan ilgilidir. Kestirmeden anlatmak gerekirse bugün CHP’nin adaya gitmemesi, yarın büyükşehirlerde Kürt oylarını alamaması sonucunu doğurabilir. Bu konu, sadece teknik bir komisyon meselesi değil; Türkiye’de geçmişte yürütülen bütün çözüm süreçlerinin sembolik hafızasını taşıyan bir mesele. Silahların toprağa gömülmesinden çadır mahkemelerine, Dolmabahçe mutabakatından yarım kalan temas girişimlerine kadar…
O dönemde sürecin başarıya ulaşamamasının nedenlerinden biri de belki de, siyaset kurumunun örgütün asıl muhatabı olarak görülen Öcalan’la doğrudan yüzleşmekten kaçınmasıydı. Çünkü o yıllarda da herkes biliyordu ki, sürecin gerçek sahibi Öcalan’dı; bugün Bahçeli’nin açıkça dile getirdiği şey de tam olarak bu. Aslında Bahçeli’nin kullandığı bu dil, bir dönem solun açtığı yola yaslanan bir siyasi stratejinin devamı niteliğinde. Buna rağmen CHP’nin bugün adaya gitmeme kararı, partiyi ikircikli bir pozisyonda gösteriyor. Zar zor komisyona dahil olması da bu tereddüdü gideremiyor. Kürt seçmen de meseleyi “CHP asıl muhatapla yan yana gelmekten geri duruyor,” şeklinde okuyor; bu da bir samimiyetsizlik algısına ve sembolik bir kırılmaya yol açıyor. Bu tutumdan CHP’ye siyasi bir kazanç çıkmayacağı açık. Çünkü bu yaklaşım, Kürt seçmenle yıllar içinde kurulmuş ve seçimlerde büyük payı olan müttefiklik bağını zayıflatıyor.
CHP’nin ikircikli tutumunun, Kürt seçmenden aldığı desteği ciddi biçimde azaltacağı yönünde güçlü bir beklenti var. Bu düşüş, mevcut ittifak ilişkilerinin zaten zedelenmiş olmasıyla birleştiğinde seçim kazanma ihtimallerini daha da zora sokuyor. CHP’nin Kürt seçmendeb kaybettiği her oyu ve puanı sahada AKP’nin ve biraz da MHP’nin topladığını görmek de zor değil… Elbette AKP ve MHP’nin milliyetçi tabanda belli ölçülerde oy kaybetmesi ihtimali de var. Ancak bütün tabloya bakıldığında CHP’nin bu süreçten göreceği zarar, diğer partilerin yaşayabileceği kayıpların toplamından çok daha büyük olacaktır.
İmamoğlu’nun adaylığının diğer muhalefet partilerine adeta dayatılmış gibi algılanması da, bu kırılgan zemini daha hassas hâle getirdi. Bunun üzerine yerel yönetimlerdeki yolsuzluk iddiaları ve devam eden soruşturmalar eklendiğinde, ortaya çıkan tablo muhalefetin elini iyice zayıflatıyor.
Tüm bu tercih ve tutumlar, Erdoğan’ın bir dönem daha seçilme ihtimalini ciddi biçimde artırıyor.
Kılıçdaroğlu’nun son açıklamalarının bir kısmı da tam olarak bu noktaya işaret ediyor: CHP’nin meseleye sadece adaya “gitmek” ya da “gitmemek” düzeyinde değil, devlet aklıyla, toplumla ve tarihsel sorumlulukla birlikte bakması gerektiğine: “CHP, Ortadoğu’da tökezlememizi bekleyen İsrail ve ABD belasını bertaraf etmek ve devletin ali menfaatleri için sürecin içinde olmak zorundadır. Risk almalıdır ve konuya siyaset üstü bakarak elini taşın altına koymalıdır. Milletimizin CHP’den beklentisi kardeşlik sürecinde öncü olması ve sürece istikamet çizmesidir. Tarihin doğru tarafında yer almak çoğu zaman cesaret ve kararlılık gerektirir.”
***
Önümüzde yine bir kurultay var: 28–30 Kasım’da yapılacak 39. Olağan Kurultay. Açıkçası, orada yaşanacaklar sürpriz olmaktan çok uzak. Son aylarda tamamlanan il ve ilçe kongreleri tabloyu çizdi zaten. (Kongre süreçlerinde farklı bir görüşle salona giren insanlar bile adeta suçlu ilan edildi, siyasi olarak betona gömülmeye çalışıldı. Oysa CHP’nin tarihinde muhalif sesler hep vardı; kendilerini ifade edebildikleri bir gelenek de vardı…) Delege yapısının çok büyük bölümü, İmamoğlu ve onun etrafında şekillenen ekibin etkisinde. Parti meclisinden MYK’ya kadar uzanan dengelerin merkezinde de aynı siyasal hat duruyor. Bu hafta sonu toplanacak kurultayın, kararını verecek olanlar da büyük ölçüde bu çizginin belirlediği delegeler olacak.
Dolayısıyla kurultayla ilgili büyük bir bilinmezlik yok. Yine de temel soru hâlâ önümüzde duruyor: Bu kurultay, partiyi İmamoğlu merkezinde daha fazla konsolide eden bir tabloyu mı güçlendirecek, yoksa partinin köklü geleneğine, değerlerine daha sıkı yaslanan bir denge arayışına mı alan açacak?
İmamoğlu’nun parti üzerindeki etkisi bu kurultayda ne ölçüde azalacak ya da devam edecek? Özel’in oluşturacağı parti meclisinde, İmamoğlu’na yakın isimlerin kaçı dışarıda kalacak, kaçı listeye girecek? Muhalif isimlerden kaçının listeyi delerek seçilme ihtimali var ve Özel, parti içindeki tansiyonu düşürmek için bu muhalif seslerden kaçına bilinçli olarak yer açacak?
Kılıçdaroğlu’nun uyarılarının ve partiyle ilgili yapılan diğer bazı sağduyulu eleştirilerin, kurultay üzerinde bir etki yaratması zor görünüyor; fakat Özel’in kendi ağırlığını koruyarak parti meclisini daha sağlıklı isimlerle kurma ihtimali tamamen dışlanamaz. Parti içi muhaliflerin bir bölümünün listeyi delerek seçilmesi, bir bölümüne de Özel’in bilinçli şekilde yer açması mümkün senaryolar arasında. Bu, hem dengeleri yumuşatmak hem de parti içindeki gerilimi azaltmak için tercih edilebilecek bir yol. Nitekim olağan kurultayların doğası, olağanüstü kurultaylardan farklıdır; daha geniş bir hareket alanı ve daha çeşitli bir kadro dağılımı ortaya çıkabilir.
Tam da bu atmosferde, partinin içinden gelen bazı seslerin “temiz siyaset” vurgusunu yeniden hatırlatması da dikkat çekici. CHP’li 16 eski vekilin, Özel’e ilettikleri ortak metinde, haklarında iddia bulunan partililer için bağımsız bir inceleme heyeti kurulması ve sürecin şeffaf, hızlı biçimde yürütülmesi çağrısı yer aldı. Bu çıkış, aslında parti tabanında yükselen beklentinin de işareti: CHP’nin kendi içindeki tortuyu temizlemeden toplumsal güveni yeniden kazanamayacağına dair sessiz ama güçlü bir uyarı.
Kılıçdaroğlu, yalnızca “parti yolsuzluklardan arınsın” dediği için, CHP Grup Başkanvekili Murat Emir’in çıkıp, “Kılıçdaroğlu’nun bu açıklamaları tüm CHP’lileri yaralamıştır. Sözlerin içeriğine baktığınızda Tayyip Erdoğan ile tam hizalandığını görüyorsunuz,” demesi ise ayrı bir talihsizlik.
Bu sözlerin, 13 yıl boyunca bu partinin Genel Başkanlığını yapmış bir isme yöneltilmesi, siyasetin nezaket terazisinde ağır kaçıyor. Nitekim Ali Haydar Fırat’ın da ifade ettiği gibi, Kılıçdaroğlu’nun çıkışı, ortaya saçılan iddianamelerin yarattığı büyük tehlike nedeniyle yapılmış tarihsel bir uyarıdır; partinin ağır bir zarar göreceğini fark ettiği için konuşmuştur. Bu nedenle, onu dikkate almak, sözüne hürmet etmek gerekir.
Ayrıca bugün, mevcut yönetime kendini daha sıkı bağlamak uğruna dünün emeğini yok saymak da doğru değildir. Bir zamanlar kapısında beklediğiniz, “beni vekil yap” diye destek istediğiniz bir isme bugün sırt dönmek, siyasetin en zayıf ve en kısa vadeli refleksidir. Böyle bir tutum, sadece geçmişe haksızlık değil; aynı zamanda bugünkü genel başkana da şu endişeyi düşündürür: “Dününü böyle kolay silebiliyorsan, yarın aynı tavrı bana da göstermeyeceğinin garantisi var mı?”
***
Ne olursa olsun, bugün söz konusu olan herhangi bir parti değil.
Bugün tartıştığımız, kuruluşun ve kurtuluşun partisi; bu ülkenin siyasal hafızasına, demokrasi kültürüne, devlet aklına yön vermiş bir tarih… Ne acıdır ki, şimdi bu parti, adı yolsuzluk soruşturmalarıyla anılan belediye başkanları üzerinden gündeme geliyor. Ne acıdır ki, dört bir yanında akçeli ilişkiler iddiaları dolaşan bir yapıya dönüşüyor.
Keşke bugün başka bir manzara konuşuyor olsaydık. Keşke “belediyeleri yolsuzlukla yönettikleri” iddiasını değil, halka hizmet etmeye çalıştıkları için iktidarın hedefi hâline getirilmelerini tartışıyor olsaydık. En azından bu, onurlu bir bedel olurdu; siyasetin doğal risklerinden biri… Ama bugün konuştuğumuz şey bu değil. Bugün, siyaseti finanse eden belediye yapılarının uzun yıllardır taşıdığı gölgeyi bir kez daha görmek zorundayız.
Çünkü bu gölge yeni değil.
Türkiye’de yerel yönetimlerin finansman yapısı yıllardır siyasal ilişkilerin en kırılgan zeminini oluşturuyor. Belediyelerin, siyaset için kaynak yaratmanın en kolay ve çoğu zaman en kontrolsüz alanı olduğunu defalarca yazdık. Bu yüzden her dönemde benzer riskler, benzer iddialar ortaya çıktı ama CHP’nin bu kadar geniş bir savrulmayı bu kadar kısa sürede yaşaması yeni.
Bugün partinin üstüne çöken şey, sıradan bir kriz değil.
Bu bir karabasan. Dün “temiz siyaset” iddiasıyla meydan okuyan CHP, bugün kendi evinin içinde aynı kirli düzenin izleriyle yüzleşiyor.
***
Peki bugün Kılıçdaroğlu ne diyor?
“Yolsuzlukla anılanlar hesap versin…
“CHP’nin misyonlarından biri siyaseti temiz tutmak ve hesap sormaktır. Bunun yolu da önce kendi içinden başlamaktır. Hesap vermek her CHP’linin namus borcudur. Siyasetçi savrulabilir, hata yapabilir ama CHP rüşvetle, yolsuzlukla, çıkar çarklarıyla anılamaz. Üzerinde bu gölgeler varken yol alamaz. Derhal arınmalı ve yoluna devam etmelidir.”
Aslında “yol ayrımı” dediğimiz tam da burada başlıyor.
Kurultaylar biter, delegeler seçilir; tablo bellidir.
Fakat farkına varılamayan gerçek şudur: Partide ve toplumda çok büyük bir sessizlik dolaşıyor. O meydanlardaki yapay kalabalıklara bakıp kimse aldanmasın; iyi niyetle gelenler elbette vardır, ama esas kitle bugün konuşmayan kitledir. CHP’nin büyük sessiz çoğunluğu…
Mahallelerden ilçelere, oradan illere uzanan kongre süreçlerinde Özel ve İmamoğlu merkezinde “tulum” çıkarılmasının; yine kurultaya tek adayla gidilmesinin ve bu kurultayın ezici biçimde kazanılacağının şimdiden belli olmasının bir nedeni de, işte bu sessiz çoğunluğun kenara çekilip olup biteni sadece izlemesidir. (Ayrıca başını kaldıranın kolaylıkla “günahkâr” ilan edilmesi, kimi yerlerde muhalif isimlerin kongre salonlarına dahi alınmaması da bu tabloyu besleyen diğer sert gerçeklerdir.)
Belki de şöyle düşünüyor o sessiz çoğunluk: Bırakalım, yaşanacaklar bir yaşansın hele. Bu parti, bu dönemi de görsün. Gerçekle yüzleşmeden toparlanmak mümkün değildir ne de olsa.
Daha düne kadar konuşulan kayyum senaryoları, Kılıçdaroğlu “partiye döner mi?” tartışmaları rafa kaldırılmışken, Kılıçdaroğlu’nun bugün yeniden sahneye çıkması bir tesadüf değildir. “Ben hâlâ buradayım, oyunun dışında değilim,” mesajı veriyor. Ne de olsa siyasette 24 saat bile uzundur; her şey değişebilir, her kapı yeniden açılabilir. Aynı zamanda parti içindeki o büyük sessiz çoğunluğa da bir çağrı yapıyor: “Ben susmuyorum, siz de artık susmayın, konuşun; bu partiye sahip çıkın.”
Kılıçdaroğlu’nun kurultaydan hemen önce konuşmasının manası da burada yatıyor. Partinin içine çöken bu kirli havayı görüyor, okuyor. Bugün yaşananların CHP’yi nasıl itibarsızlaştırdığını, nasıl zayıflattığını herkes gibi o da fark ediyor. Nitekim paylaştığı videonun kısa sürede 25 milyona dayanan izlenme rakamına ulaşması, yalnızca bir açıklama değil, geniş bir toplumsal tepkinin de sesi olduğunu gösteriyor. Bu yüzden yüksek sesle konuşuyor. Çünkü partinin yeniden ayağa kalkabilmesi için yalnızca teknik bir kadro değişimine değil; temiz, namuslu, erdemli insanlardan oluşan, kişisel hırsların değil ortak vicdanın rehberliğinde yürüyen bir topluluğa ihtiyaç olduğunu görüyor. Sırtını ikbal hesaplarına değil halka dayayan; makama değil sorumluluğa tutunan; gücünü manipülasyondan değil doğruluktan alan bir kadronun şart olduğunu biliyor.
Bu ülkede gerçek liderlik kolay kazanılan bir unvan değildir. Gerçek bir lider, yönünü kaybettiğinde bile yol gösterebilen bir kutup yıldızı gibidir. Her zaman ortada görünmeyebilir ama karanlık bastığında nereye bakacağını bilirsin. İşte bu yüzden, böyle bir liderin yerini doldurmak da, yokmuş gibi davranmak da o kadar kolay değildir.
Belki de bugün CHP’nin en çok ihtiyaç duyduğu şey, tam da o yıldızın gösterdiği istikameti yeniden bulmaktır: Ahlakı, temiz siyaseti, adaleti, cesareti…
En önemlisi de kendisini sessizce izleyen o büyük çoğunluğun güvenini yeniden kazanmaktır.
Sadık ÇELİK
[email protected]
