Siyasette uzun zamandır dikkatimi çeken bir çelişki var. Dürüstlükten söz etmeyi seviyoruz. Temiz siyaset, adalet, ilke… Bunlar alkış alıyor.
Ama iş sandığa geldiğinde, bu değerlerin her zaman karşılık bulmadığını da görüyoruz. Bu yalnızca bize özgü bir durum değil.
Bunu düşündüren isimlerden biri Jeremy Corbyn.
Corbyn’i anlamak için söylediklerinden çok yaşamına bakmak yeterli. Lider olduktan sonra hayatını yeniden kurgulamadı. Konvoylara binmedi, resmi araçları reddetti. Metroya bindi, bisiklet kullandı. Milletvekillerine tanınan yüksek harcırahlara karşı çıktı; kendi maaş artışına da itiraz etti. Londra’daki sıradan mahallesinden taşınmadı. Çöp bidonunu dışarı çıkarırken çekilen fotoğraflar “PR” diye küçümsendi ama bu, onun yıllardır süren hayatının doğal bir parçasıydı. Söylediğiyle yaşadığı arasında mesafe yoktu. Bu yüzden kimse ona “çıkarcı” diyemedi.
Ama siyaset yalnızca bu çizgide yürümüyor. Popülizm kokan siyaset kitlelere daha cazip geliyor ancak gerçeği anlatmıyor; rahatlatıyor. Karmaşık sorunları basitleştiriyor, sabır gerektiren süreçleri yok sayıyor. Zor olanı değil, hoş olanı söylüyor. Bedeli değil, sonucu vaat ediyor.
Corbyn bu dile girmedi. Yanlış bulduğu hiçbir söylemi, oy getirecek diye kullanmadı. Korku üretmedi, düşman icat etmedi, “biz ve onlar” ayrımını körüklemedi. Seçimi kaybettikten sonra söylediği şu cümle, bu duruşun özetiydi:
“Kazanmak için yanlış olduğuna inandığım hiçbir söylemi savunmadım.”
Yani şunu diyordu: Oy artabilir, rüzgar dönebilir, ama yanlış bildiğim bir yoldan yürümem. Bu bir saflık değil; bilinçli bir tercihti.
Bugün dünya siyasetine baktığımızda benzer bir tabloyu pek çok ülkede görüyoruz. Yalanın, korkunun ve kolay vaatlerin hızla karşılık bulduğu; “hemen çözüm” diyenlerin alkışlandığı bir dönemden geçiyoruz. Popülist dil kısa vadede umut veriyor; ama uzun vadede sorunları büyütüyor. Çünkü gerçeklerle yüzleşmeyi erteliyor.
Corbyn bugün bir iktidar figürü değil. Ama kirlenmemiş bir çizginin adı olarak anılıyor. Ve bazen bu, kazanılmış bir seçimden daha kalıcıdır.
O yüzden soru şudur:
Kazanmaktan söz ederken, hangi sözlere teslim oluyoruz?
Ve daha önemlisi, neyi kaybetmeye razıyız?
Bu soru yalnızca bir lidere değil, hepimize yöneliktir.
