Toplumsal çürüme aniden ortaya çıkmaz; uzun süreli bir duygusal körleşmenin sonucudur. İnsanlar önce küçük ahlaki sapmaları fark eder ama önemsemez. Sonra o sapmaların etrafında bir olağanlık duygusu gelişir. En sonunda da zihin, yanlışı tehdit olarak değil, uyum sağlanması gereken bir gerçeklik gibi algılamaya başlar.
Bugün toplumun önemli bir kısmının güçlü olana yönelmesinin sebebi sadece siyasi tercih değil; duygusal konfor arayışıdır. İnsan belirsizlikten kaçar; güvende hissetmek için güçlü bulduğuna yaklaşır. Psikoloji zora gelince kişi değerleri ya da gerçeği değil, önce duygusal güvenliğini seçer.
Günümüz siyasetine baktığımızda da aynı örüntü karşımıza çıkıyor. Ortada onlarca tutarsızlık, şaibe ve suç isnadı varken hala “kazanacak olanın” arkasına dizilen kitleler, gerçeğe değil kendi duygusal ihtiyaçlarına göre karar veriyor. Bu bir siyasi strateji değil; duygusal zekanın kitlesel düzeyde bloke oluşudur. İnsanlar doğruyu savunmanın bedelini taşımak istemiyor. Bu yüzden kazandıracağına inandıkları her figür, ahlaki soruları geri plana itiyor.
“Bu kadar da olmaz” diyorsun…
Oluyor.
Çünkü toplumsal zihin yenilgiden ürktüğünde savunma mekanizmaları devreye giriyor: İnkar, gerekçelendirme, seçici algı…
Eleştirel düşünce, sorumluluk duygusu ve vicdan zayıfladıkça toplumda tek ölçü kalıyor: Güç kimdeyse hak da ondadır.
Ahlaki çürüme kötülerin çoğalmasıyla değil, duyarlı olanların sessizleşmesiyle başladı.
Ve unutmayalım: Sessizlik büyüdükçe çürüme derinleşir; yüzleşme ertelendikçe toplum kendi gölgesine yenilir.
0:00
0:00
