Trafik cezaları kağıt üzerinde herkese eşit gibi görünür. Aynı hız, aynı kırmızı ışık, aynı ceza. Ancak ülkenin ekonomik şartları ve farklı gelir dağılımları düşünüldüğünde, o ceza birinin hayatında küçük bir rahatsızlık yaratırken, bir başkası için aylarca sürecek bir yük haline gelebilir.
Aynı trafik kuralını ihlal eden iki insanı düşünelim. Biri için kesilen ceza bir akşam yemeği parasıdır; diğeri içinse ev bütçesini altüst eden bir borç. Bu noktada sorun cezanın varlığı değil, cezanın kimde neye karşılık geldiğidir.
Dünyada bazı ülkeler bu farkı ihmal etmiyor. Finlandiya’da trafik cezaları sürücünün günlük net gelirine göre hesaplanıyor. Amaç, cezanın herkes için aynı ölçüde caydırıcı olması.
Benzer bir yaklaşım İsveç, Norveç ve Danimarka gibi ülkelerde de uygulanıyor. Almanya ve İsviçre’de ise özellikle ağır trafik ihlallerinde gelirle orantılı para cezaları devreye giriyor. Bu ülkeler şunu esas alıyor: Ceza, rakam olarak değil; yarattığı etkiyle anlamlıdır.
Bizde ise çoğu zaman ceza, davranışı düzeltmekten çok hayatı kilitleyen bir sonuca dönüşebiliyor. Geçimini şoförlükle sağlayan binlerce insan var. Kamyonu, tırı, minibüsü sadece bir araç değil; evin kirası, çocuğun okul masrafı, mutfaktaki tencere demek. Cezayı ödeyemediği için aracı bağlanan bir şoförün yaşadığı yoksulluk ve mağduriyet, sadece kendisine ait değil. O yük, aynı evde yaşayan herkese yayılıyor. Ceza bir kişiye kesiliyor ama bedeli bütün aile ödüyor.
Bu noktada insan “yanlış yaptım” demekten çok, “bu sistem bana karşı” demeye başlıyor. Oysa caydırıcılık adalet duygusunun korunmasıyla sağlanır. İnsan kendisine adil davranıldığını hissettiğinde sorumluluk alır. Kurala uymayı zorunluluk değil, ortak yaşamın gereği olarak görür.
Adalet duygusunu zedeleyen hiçbir ceza, uzun vadede caydırıcı olamaz.
Parası olan için ceza bir uyarıdır; geçimini emeğiyle sağlayan içinse hayatı durduran bir yük. Böyle bir düzende caydırıcılık zayıflar, adalet duygusu aşınır. Trafikte de, hayatta da güveni yıkan tam olarak budur.
