Kültür, insanlığın doğasında var olan bir olgudur. Doğal bir süreç olarak, toplumlar zamanla kendi değerlerini, inançlarını, normlarını ve davranış biçimlerini oluştururlar. Bu süreç, tıpkı bir ekosistemdeki canlıların evrimi gibi, toplumların tarihsel bağlamlarına, coğrafyalarına ve sosyal koşullarına göre şekillenir. Ancak, kültürün bu doğal evrimine, tarih boyunca sistemler, ideolojiler ve mühendisliksel müdahaleler tarafından sürekli müdahale edilmiştir. Bu müdahaleler, kültürü dönüştürmekle kalmaz, aynı zamanda ona gerçek anlamda bir çarpıtma uygular. Peki, bu çarpıtmanın bedeli nedir? Aslında bizler, özgür irademizle var olduğunu düşündüğümüz kültürün çoğu zaman başkalarının mühendislik ürünü olduğunu fark etmeyiz.
Kültürün doğal evrimi, insanlığın kolektif birikimlerinin, deneyimlerinin ve yaratıcılığının yansımasıdır. Her birey ve toplum, bu evrimsel süreç içerisinde özgün bir şekilde şekillenir. Ancak, modern toplumlar, kültürel normları ve değerleri sistematik olarak şekillendiren bir mekanizma haline gelmiştir. Bu mekanizma, kültürü bir ürün gibi manipüle eder ve toplumu yönlendirmek için belirli biçimlere sokar. Bu mühendislik, kültürün özgür doğasına bir tehdit oluşturur. Çünkü kültür, bir ekosistem gibi, her parçasının doğal olarak bir diğerini beslemesi gereken bir yapıdadır. Ancak, bu yapı dışsal güçler tarafından manipüle edilince, her şey bir makine dişlisi gibi işler hale gelir.
Toplumlar, genellikle bu mühendislik müdahalelerinin farkında değildirler. Eğitimin, medyanın, ekonominin ve politikaların birleşiminden doğan hegemonik kültürel yapılar, halkın “doğal” kabul ettiği davranışları, düşünce biçimlerini ve değerleri şekillendirir. Bir kültürün ne kadar “doğal” olduğunu sorgulamadan, onu bir özdeşlik olarak kabul ederiz. Ancak, bu kültürün çoğu zaman bize dayatılan bir tasarım olduğunun farkında bile olmayız. Mesela, bireysellik ve özgürlük kavramları, toplumların evriminde önemli yerler tutar; ancak bu kavramlar, kapitalist sistemin ihtiyaçları doğrultusunda işlenip yeniden biçimlendirilmiştir. Her şey özgürlük adına söylenirken, aslında bu özgürlük, yalnızca bir illüzyondur.
Sistemler, kültürel mühendislik yoluyla bireyleri sürekli olarak normlara uygun hale getirir. Modaya, teknolojinin gelişimine, sosyal medya trendlerine ve daha birçok unsura bakıldığında, bu unsurlar yalnızca kültürün dışsal mühendislik ürünleridir. Bireyler, çoğu zaman bu öğeleri doğal kabul eder. Oysa ki, bu kültürün sadece bir yansımasıdır; özünde, insanlar kendi içlerinde çok farklı dinamikler yaratabilirlerdi. Yani, “doğal” bir kültür var olduğu fikri, çoğu zaman bir yanılsamadır.
Örneğin, insanın ihtiyaçları ile yaratılışına en yakın olan kültür, doğanın içinde şekillenen, yerel toplulukların kültürüdür. Bu topluluklar, doğal kaynaklarla etkileşim içinde, belirli ritüeller ve geleneklerle hayatta kalmaya çalışmışlardır. Ancak sanayi devrimi ve sonrasında kültürün “globalleşmesi”, bu yerel dokuları yavaşça silip süpürmüştür. Artık bir küresel kültürden bahsedebiliriz ki, bu kültür, yalnızca ekonomik çıkarlar ve siyasi hegemonya tarafından şekillendirilen bir kültürdür.
Bu noktada felsefi bir soru gündeme gelir: Gerçekten özgür bir kültür var mıdır? Ve bu özgürlük, dışsal müdahaleler tarafından nasıl şekillendirilmiş olabilir? Hegemonik sistemlerin kültüre müdahalesi, bireyin düşünsel bağımsızlığını ortadan kaldıran bir yapı oluşturur. Bu yapının içinde, her şey “doğal” ve “kabul edilebilir” olarak algılanır. Ancak gerçekte, toplum, sürekli olarak dışsal bir müdahaleye ve baskıya maruz kalır. Kendisini özgür, yaratıcı ve doğal bir kültürün parçası olarak gören birey, aslında manipülasyonun en derinlerine çekilmiştir.
Kültür, bir evrimsel süreçtir, ancak bu süreç dışsal güçlerin etkisiyle her zaman değişebilir. Kültürün evrimine müdahale, toplumları belirli kalıplara sokma amacını taşır. İnsanlar, genellikle bu müdahalelerin farkına varmazlar, çünkü onlara “doğal” bir kültür gibi sunulur. Bu kültür, asıl kimliğimizin, doğamızın ve özgürlüğümüzün önüne geçer. Gerçekten özgür bir kültür, dışsal müdahalelerin ve sistemlerin ötesinde var olabilen bir kültürdür. Ancak bu kültürü yaratmak için, toplumsal mühendisliğe karşı çıkmalı ve kültürün doğal evrimini engelleyen yapıları sorgulamalıyız.
Dolayısıyla kültür nerede biter, sistem nerede başlar? Sorusu, yalnızca kavramsal bir ayrım değil, iktidarın kültür üzerindeki görünmez tahakkümünü de açığa çıkarır. Özgür bir kültür, kendisini düzenleme iddiasındaki sistemlerin ötesinde, kendi iç dinamikleriyle var olabildiği ölçüde özgürdür. Ancak modern toplumlarda sistem, kültürü koruyan bir yapı olmaktan ziyade onu biçimlendiren, yönlendiren ve denetleyen bir aygıta dönüşmüştür. Bu nedenle kültürün özgürleşmesi, yalnızca estetik ya da simgesel bir mesele değil; aynı zamanda politik bir direniş alanıdır. Kültürün doğal akıntısını kesintiye uğratan toplumsal mühendislik pratikleri sorgulanmadıkça, kültür ve sistem arasındaki sınır silikleşir ve kültür, iktidarın yeniden üretildiği bir araç haline gelir.
Gürsel Karaaslan
