Öncelikle ne şekilde olursa olsun, her çeşit barış arayışının çatışmadan daha iyi bir seçenek olduğunu söyleyerek başlamak lazım sanırım. Herhalde ondan sonra analizler yapmak gerekir, eğer ki insanî değerlere sahipseniz. En azından insan hayatına biraz önem veriyorsanız. 40 yıldır süren bir çatışmanın, tek başına silah teknolojilerinde elde edilen avantajlarla çözümlenemeyeceğinin, MHP bile farkındayken hele… Bundan sonrası ise biraz belirsiz ve karmaşık, git gelli olacak! Zira hiçbir barış, taraflardan herhangi birini tümüyle memnun edemez. Etmemeli de, çünkü herkes bir şekilde hayallerinden taviz vermek zorunda.
‘Teslim almak’ ya da ‘teslim olmak’ sığlığından çıkmak zorunluluk
Bu gelişmeleri, bir taraf için ‘teslim almak’ diğer taraf için ‘teslim olmak’ gibi sığ bir yaklaşımla analiz etmek imkânsız ve süreci zehirleyici olur. Bu sadece Türkiye ve Ortadoğu coğrafyası için geçerli değil, Sudan’dan Myanmar’a, İspanya’dan Çin Halk Cumhuriyeti’ne kadar böyle… Eğer ki Endonezya ve Sri Lanka’dan örnek verecekseniz, orada yarın öbür gün ne olacağı konusunda herkesin diken üstünde olduğunu da söyleyeyim. ‘Teslim alınanlar’ her zaman potansiyel bir isyan kaynağıdır çünkü, ister Tamil olsun, ister Papualı…
Yani, ordunuz ne kadar güçlü olsa da, en etkili silahlara sahip olsanız da, etnik veya dinsel temelli başkaldırılar sürer ve sorun olmaya devam eder. Bugünlerde bu ikisine ne yazık ki sınıfsal olanı eklemek zor! Demek istediğim; mesela artık kimse Bask ülkesinden yeni bir ETA çıkacağını beklemiyor, ama fırsat doğduğunda plebisit yoluyla bağımsızlık ilan etmeyeceklerini iddia edebilecek biri olduğunu da sanmıyorum. Tıpkı Katalonya’da yaşananlar ve bir anda olup bitenler gibi!..
Bu kez başarılabilir mi?
Bu kadar uzun bir giriş yapmamın sebebi, ahkam kesmekten çok, meselenin karmaşıklığından…. Dün okunan Abdullah Öcalan’ın ‘Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’ açıklaması üzerine yorum yapmadan önce böyle bir girişe gerek duymak zorunda hissettim.
Önce metnin içindeki boşluklara bir göz atmakta fayda var.
Öcalan’ın tarihsel sürece ilişkin tespitleriyle başlayayım. “…reel sosyalist sistem gerçeğinin ağır etkisinde kalmak” ve “reel sosyalizmin iç nedenlerle çöküşünden, Türkiye’de kimlik inkârının çözülüşünden, ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler”den söz ediyor. Herhalde kast ettiği tarihsel evrelerin ilki ANAP döneminde Turgut Özal’ın girişimleri… Ki sonrasında devletin ‘diri’ unsurları gelişmelere müdahil oldu ve 90’lı yıllarda Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde ‘Beyaz Toroslar’ ortaya çıktı. Faili meçhuller bir yanda, şaibeli ilişkiler öte yanda…
Sayısı hâlâ tam olarak bilinmeyen pek çok insanın asit kuyularında kemikleri bulundu hatırlarsanız. Bir yandan ise iki tarafta büyük paralar kazanan baronlar türemişti. O öldürülenlerin anneleri de dünkü toplantıda ön sıralarda yer alıyordu. Yıllar sonrasında malum Çözüm Süreci ve ardından yaşananlar… Masanın devrilişi, derken çatışmalı süreç ve Suriye’ye devam eden olaylar…
Ve bugün, yani her gün onlarca gözaltının olduğu, ana muhalefet partisine saldırıların had safhaya çıktığı, tehditlerin havada uçuştuğu, yabancı karşıtı yeni sağın temsilcisi Zafer Partisi’nin başkanın içeri tıkıldığı süreçteyiz. İfade özgürlüğünün bu denli tehdit altında olduğu, hukuk devletinin yerle bir edildiği daha berbat bir dönem neredeyse yok, en azından ülkenin batısının tarihinde yok!
Öcalan, süreç gereği bugünü pek analiz etmemiş. Böyle bir analize girişse, çağrının bağlamını toparlamak çok zor olacağından sanırım. Tabii tarafların karşılıklı vaatlerini bilmediğimizden net bir şey söylemek de mümkün değil.
Çağrı metnindeki sosyalizmle ilgili tespitlerine, kalkıp da birkaç şizoid gibi “Hayır sosyalizm bitmedi” benzeri bir tepki verecek halim yok! Bu metinde en son tartışılacak ayrıntı olabilir ancak. Ancak, şu ifade özgürlüğü ve kimlik inkârına ilişkin saptamalar iyimserin de ötesinde değil mi?
Fesih çağrısı ‘Türk sorunu’nu çözmek açısından da önemli
Zaten bu tarihsel döneme ilişkin tespitler, şu an için çok da önemli değil, ancak sonraki tespit bugüne yönelik sayılır: “PKK’nın anlam yoksunluğu ve aşırı tekrara yol açtığı…” diye başlayıp “…dolayısıyla ömrünü benzerleri gibi tamamlamış ve feshini gerekli kılmıştır” saptaması…
Tespitin doğru olduğu, ama sanki biraz eksik olduğunu sanıyorum. Zira devamında herhalde silahlı mücadelenin salt tarihsel dönemle açıklanması yeterli olmayacak, söz gelimi Türk Silahlı Kuvvetlerinin teknolojik üstünlüğünü geometrik olarak artırması ve konjonktürel gelişmeler sayesinde pek çok sınır ötesi operasyon yapabilmesinden de söz etmek gerekir. Ve tabii konjonktürel durumun her iki tarafa dayattıkları da var. Ancak, haksızlık etmemek gerekir, bu tespit yapılırsa, o zaman pek çok kişi tarafından böyle bir cümle ‘teslim olmak’ olarak algılanabilirdi. Belki de o sebeple yoktur. Çünkü, hemen biraz ötede YPG ya da SDG bayağı bir silahlı ve donanımlı olarak yerli yerinde duruyor! ABD, SDG’ye desteğini çekeceğe benzemiyor. Ya da Öcalan çağrısında taktiksel bir yaklaşımla SDG’yi konu dışı bırakıyor.
Hemen bunun ardından silah bırakma çağrısı geliyor. “Ama artık silahın ve şiddetin meşruiyetinin kalmadığını” belirtip “İki yol var: Ya zorla ya da gönüllü fesihle bitecek” cümlesi… Mesele burada silah bırakmanın ötesine geçip PKK’nın kendini feshetmesine geliyor. Bence bu önemli, zira pek çok kişi ‘silah bırakmanın’ yetersiz olacağını, PKK’nın var olduğu sürece her an yeniden silaha sarılabileceğini iddia ediyordu. Bu özellikle ne iktidara ne de Kürt siyasetine zerre güven duymayan Türkler açısından önemli bir açıklama olacak gibime geliyor. Sanırım, bu doğrultuda fesih çağrıya eklenmiş, tıpkı Devlet Bahçeli’nin de ilk açıklamasında belirttiği gibi…
İdari özerklik Kürt meselesiyle sınırlı bir konu mudur ki gerekli görülmemiş
Peki diyelim silah bırakma gerçekleşti, sonrasındaki beklentiler neler?.. Metinden bir alıntı yapayım, “Aşırı milliyetçi savruluşun zorunlu sonucu olan, ayrı ulus devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümlerin tarihsel toplum sosyolojisine cevap olmadığı” saptaması yapılmış. Zaten Kürt siyasetinin bir grup aşırı milliyetçi kesimini bir köşeye koyarsak ulus devlet talebi oldu mu ki? Federasyon talebinin de çok uzun bir süre önce rafa kalktığını biliyoruz. Peki ama ilk ‘Çözüm Süreci’ döneminde AK Parti tarafından dile getirilen idari bölgeler ve süper valilik niye geçerli değil bu yeni ‘tarihsel toplum sosyolojisi’nde? Veyahut iki dilli eğitim ve ikinci resmi dil meselesi hangi sebeplerle uygun değil yeni duruma? Bunları çok anlayabilmiş değilim.
İdari özerklik sadece Kürt sorunuyla bağlantılı bir mesele bile değilken, Türkiye’de demokratikleşmenin ve yerel yönetimlerin işlevselliğinin geliştirilmesi sıkça tartışılırken üstelik… Herhalde sebebinin ilerleyen zamanlarda göreceğiz.
Çağrıya yazılmamış olan mesaj yeni gelişmelere mi gönderme?
Toplantının bitiminde, Öcalan’ın çağrı metninde yer almayan, ama İmralı heyetine söylediği bir cümleyi aktardı ya Sırrı Süreyya Önder; şu, “Bu perspektifi ortaya koyarken, şüphesiz pratikte silahların bırakılması, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir” cümlesini, burada kast edilen idari özerklik ve kültüralist çözümler değilse neyi anlamamız gerekir? Sadece ifade özgürlüğünü mü? Hukuk devleti vurgusunu mu? Pek sanmıyorum, ama ne olduğunu da bilmiyorum açıkçası.
Bu ‘terörsüz Türkiye’ ya da adını ne koymak isterseniz bu sürecin, geniş kitlelere yansıtılmak istendiği gibi, salt Suriye’deki gelişmelerle ilgili olduğunu ileri sürmek safdillik olur. Birilerinin ‘büyük devlet adamı’ olarak lanse ettiği Bahçeli’nin de tek başına bir gecede barışsever olamayacağını da biliyoruz. O sadece ‘ters köşeden sözcülük’ görevini üstlendi. İmralı ile bu minvalde görüşmelerin bir yıl önce başlatıldığı söyleniyor, ki hiç şaşırtıcı olmaz. Aslına bakarsanız; olması gereken de böyle bir şeydir. Aynı görüşmelerin Kandil, Rojava ve Avrupa’daki unsurlarla aynı dönemde başlayıp başlamadığını ise bilmiyoruz. Bu süreçlerde uluslararası bazı aktörlerin bir etkisi var mı, onu da bilmiyoruz. Ancak, olmaması mümkün mü?
Neyin ekseni, kimin ekseni?
Bilinecek bir şey varsa, bu Suriye’deki son gelişmelerin tek başına bu süreci tetiklemediği, en azından mantıken bu mümkün değil. O zaman meseleye hem daha geniş bir pencereden hem de kısa vadeli değil, en azından orta vadeli bakmak gerekiyor sanırım. Hemen burada, İçişleri eski Bakanı Süleyman Soylu’nun bir açıklamasını ekleyeyim: “Dünyada devlet adamı açısından kaht-ı rical varken, tüm riskleri alarak bu milletin kardeşliğini yeniden tesis eden liderimiz Recep Tayyip Erdoğan ve büyüğümüz Devlet Bahçeli’nin ‘terörsüz Türkiye’ adımıyla, bugün gelinen nokta bölgemizin ve dünyanın amasız, fakatsız yeni barış paradigmasıdır” ile başlayan ve “Terörsüz Türkiye ile, gelecek neslimize birlik bırakma, bölgemizi huzura kavuşturma, huzur ortamında ekonomimizi güçlendirme ve dünyaya ihtiyaç duyduğu ‘yeni eksen’ ruhunu vermenin zamanıdır” devam eden açıklama… Benim takıldığım, ikinci alıntıdaki şu “dünyaya ihtiyaç duyduğu ‘yeni eksen’ ruhunu vermenin zamanıdır” bölümü…
7 Ekim saldırısından bu yana olup bitenler midir paradigma?
Hemen aklıma, Bahçeli’nin açıklamasının ardından Yeni Yaşam gazetesindeki bir köşe yazısı geldi. Özetle, ‘İran’ın yeniden dizayn edilmesi sürecinde Türkiye, Kürtler ve diğer unsurların birlikte mücadele etmesi’nden den vuran bir yazıydı. Diğer unsurlar sanki NATO, İsrail, şii olmayan Araplar diye anlıyorum bunu ben. ‘İran’a karşı savaşta yer almak çıkarımızadır’ demeye gelen bir yaklaşım ortaya koyuyordu köşeyi yazan kişi. ABD ve müttefikleri açısından, İran’ın Çin’i ablukaya almanın ve Rusya’yı yalnızlaştırmanın önündeki son kale olduğu saptamasını yapan onlarca stratejist var hem ABD’de, hem de Avrupa’da…
Gazze’ye Hamas’ın yaptığı operasyondan bu yana geçen zamanda, önce Hizbullah’ın, sonra Lübnan’ın ve son olarak da Suriye’de Baas rejiminin son temsilcisi Beşar Esad yönetiminin devre dışı bırakılmasının ardından, el Kaide kalıntısı unsurların egemen olmaya çalıştığı bir devletsiz ülkenin ortaya çıktığını, sırada İran’a destek çıkabilecek son unsur olan Arap Alevilerinin iyi ihtimal baskı altında tutulacağı, kötü ihtimal toplu katliamlara maruz kalacağı bir süreci yaşarken, işte bu ‘eksen’ vurguları dikkat çekici. Bundan önce küçük bir pürüzü halletmeyi de ihmal emeyeceklerdir, Irak’taki Haşdi Şabi’yi. 2026 yılında İsrail-ABD ve AB ittifakıyla İran’ı bitirme operasyonunun başlaması beklenirken, sanki gidişat böyle şekillenecek. Doğuda Belucilerin ayaklandığı, batıda ise bu İsrail-ABD ve AB olmasa bile Birleşik Krallık’ın kurduğu ittifaka eklemlenmek adı geçen ‘Türk-Kürt’ bir ‘eksen’ olabilir mi?
Şimdi bir grup işbirlikçi siyasi İslamcı, İhvan kalıntısı ‘İransever’ olmakla ya da ‘siyasi Alevicilik’ yaftasıyla saldıracaktır bunu dile getirenlere, onları hiç sallamayın onların tarihsel misyonudur batının uşağı olmak.
Benim görebildiğim böyle bir tehlikenin olasılığının hiç de az olmadığı ve şer güçlerinin bir oyun planı yaptığı, eğer ki Türkler, Kürtler ve Araplar din kardeşliği üzerinden değil de ortak insanî çıkarları için bir araya gelmezse tabii!
Türkiye’nin tüm unsurlarıyla barış, birlik, özgürlük ve kesinlikle laik bir sistem içinde yaşamasını isteyen her yurtseverin, bırakın onu her insanseverin dikkatle izlemesi ve gelişmelere bu bakış açısıyla tavır alması gerekiyor. Bugünden değil, dünden itibaren hiçbir gelişmeye ilgisiz kalınmamalı!