Büyüme masalları anlatılırken halk yoksullaşıyor, kriz yönetiliyor ama çözülmüyor. 2026, ne piyasaların ne de otoriterliğin kurtarabileceği bir yıl olacak. Bu düzen ya değişecek ya da hepimizi daha sert biçimde ezmeye devam edecek.
2026’ya yaklaşırken dünya ve Türkiye, artık geçici dalgalanmalarla, seçim takvimleriyle ya da “dış şok” söylemleriyle açıklanamayacak ölçüde derin, yapısal ve tarihsel bir krizin içindedir. Bu tablo basit bir konjonktür sorunu değildir; küresel kapitalizmin, sermaye birikimini toplumsal refahın önüne koyan neoliberal mimarisinin doğal sonucudur. Kriz bir sapma değil, sistemin normal çalışma biçimine dönüşmüştür. Devletler hâlâ büyüme hikâyeleri anlatırken toplumlar yoksullaşmakta, siyaset ise çözüm üretmek yerine bu yoksullaşmayı “yönetilebilir” kılmaya çalışmaktadır.
Bugün siyaset sahnesinde gördüğümüz şey tam olarak budur: Yoksulluğu ortadan kaldırmak değil, yoksullukla yaşamayı normalleştirmek. Asgari ücret tartışmaları, sosyal yardımlar, geçici destek paketleri… Hepsi aynı sorunun etrafında dönüyor ama sorunun kendisine dokunmuyor. Çünkü mevcut düzen için yoksulluk bir arıza değil, işlevsel bir araçtır.
Soğuk Savaş sonrası dönemde kurulan tek merkezli küresel düzen fiilen sona ermiştir. Amerika Birleşik Devletleri askerî ve finansal kapasite bakımından hâlâ güçlüdür; ancak bu güç artık düzen kurucu değil, hasar sınırlayıcı bir nitelik taşımaktadır. Venezuela ile süregelen gerilim bunun açık örneğidir. Yaptırımlar rejimi dönüştürmemiş, yalnızca yoksulluğu derinleştirmiştir. ABD’nin Latin Amerika üzerindeki tarihsel hegemonyası artık ideolojik değil, ekonomik ve jeopolitik sınırlarına çarpmaktadır.
Buradan çıkarılması gereken ders nettir: Emperyal müdahaleler demokrasi getirmez. Getirdikleri şey daha fazla borç, daha fazla bağımlılık ve daha kalıcı eşitsizliktir. Bugün “istikrar” diye pazarlanan küresel düzen, aslında eşitsizliğin istikrarıdır.
Avrupa cephesinde Rusya-Ukrayna savaşı 2026 itibarıyla kalıcı bir “donmuş çatışma” karakteri kazanmıştır. Mutlak bir askerî zafer ihtimali fiilen ortadan kalkmıştır. Ancak savaş bitmediği gibi, bedeli de giderek Avrupa toplumlarının sırtına yüklenmektedir. Savunma harcamalarının artması, enerji maliyetlerinin yükselmesi ve enflasyonun kronikleşmesi, refah devleti modelinin sessiz ama sistematik biçimde tasfiye edildiğini göstermektedir.
Cephede ilerleme yoktur ama kemer sıkma politikaları hız kesmeden ilerlemektedir. Tanklar değil, sosyal haklar geri çekilmektedir. Avrupa’daki bu tablo, bize şunu hatırlatır: Savaşların faturası her zaman silah şirketleri tarafından değil, emekçiler tarafından ödenir.
Orta Doğu’da ise savaşlardan çok, yoksulluk ve güvencesizlik kalıcılaşmaktadır. Suriye, Irak ve İran hattında doğrudan çatışmadan ziyade nüfuz alanları, vekil aktörler ve düşük yoğunluklu gerilimler hâkimdir. YPG/SDG gibi yapılar artık ideolojik projeler değil, büyük güçlerin pazarlık enstrümanlarıdır. İsrail güvenlikçi politikalarını sertleştirirken, bölgesel yalnızlığını teknoloji ve savunma sanayii üzerinden telafi etmeye çalışmaktadır. Bu düzende kazanan halklar değildir; kazananlar silah, enerji ve güvenlik endüstrileridir.
Ortadoğu’da asıl sorun güvenlik değil, adalettir. Adalet yoksa güvenlik yalnızca baskının başka bir adıdır.
Asya-Pasifik’te Çin-ABD rekabeti sıcak bir savaşa dönüşmese bile küresel ticaret yollarını, yarı iletken zincirlerini ve teknoloji transferlerini baskılamaya devam etmektedir. Hindistan-Pakistan hattı ise nükleer caydırıcılığın sınırları içinde kalan ama süreklilik arz eden bir istikrarsızlık üretmektedir. Küresel sistem, çatışmaları çözmekten çok dondurmayı tercih etmektedir. Çünkü belirsizlik artık sermaye için yönetilebilir, hatta kârlı bir alandır.
Sermaye için asıl tehlike belirsizlik değil, halkların örgütlü itirazıdır. Bu yüzden krizler çözülmez, yönetilir.
Bu küresel kırılmanın merkez ülkelerinden biri de Türkiye’dir. 2026 sonrası Türkiye’sinde temel mesele büyüme rakamları değil, toplumsal dayanıklılığın korunup korunamayacağıdır. Olası bir barış süreci romantik bir demokratik açılımdan değil; güvenlik harcamalarının bütçeyi boğmasından, ekonominin artık bu yükü taşıyamamasından kaynaklanacaktır. Hukuk devleti yeniden inşa edilmeden atılacak her adım kalıcı barış değil, yalnızca geçici bir ateşkes üretir.
Barış bir siyasi jest değil, bir hak meselesidir. Hak ise iyi niyetle değil, hukukla güvence altına alınır.
Ekonomik göstergeler bu yapısal krizi açık biçimde teyit etmektedir. 2026 yılında Türkiye’de resmî enflasyonun yüzde 25-30 bandında seyretmesi, hissedilen enflasyonun ise özellikle gıda, kira ve enerji kalemlerinde yüzde 70–85 aralığına yerleşmesi kuvvetle muhtemeldir. Bu fark istatistiksel değil sınıfsaldır. Enflasyon, emeğin gelirini aşındıran örtük bir vergiye dönüşmüş; sermaye ve borçlular lehine işleyen sistematik bir servet transferi mekanizması hâlini almıştır.
Bu nedenle enflasyonla mücadele teknik değil, siyasidir. Kimin kazandığına, kimin kaybettiğine bakmadan yapılan her analiz gerçeği ıskalar.
“Borsa İstanbul’un 2026 yılında nominal olarak 16.000–19.000 puan bandına yükselmesi mümkündür; ancak bu artışın önemli bir bölümü üretken kapasite, verimlilik ya da sanayi derinleşmesinden değil, Türk lirasının iç değer kaybının finansal yansımasından kaynaklanacaktır. Varlık fiyatlarındaki bu tür nominal yükselişler, geniş toplum kesimleri için reel ücret artışı, alım gücü ya da kamusal refah üretmezken, enflasyona karşı korunabilen sınırlı bir sermaye grubunun servetini büyütmektedir.
Bu nedenle sosyal demokrat bir perspektiften bakıldığında söz konusu tablo bir refah artışını değil, gelir ve servet eşitsizliğinin finansal piyasalar aracılığıyla derinleşmesini, başka bir ifadeyle eşitsizliğin menkul kıymetleşmesini ifade etmektedir.”
Döviz kuru üzerindeki baskı geçici değil yapısaldır. 2026 boyunca USD/TRY’nin 58–65 TL, EUR/TRY’nin 63–70 TL bandında denge arayışı içinde olması yüksek olasılıktır. Kurun sözde kontrolü rezerv eritme ve iç talebi bastırma pahasına sağlanacaktır. Bu istikrar değil, ertelenmiş krizdir. Faizler yüksek kalacak, yatırımlar sınırlı seyredecek, emeğin millî gelirden aldığı pay daha da gerileyecektir. Bu bir teknik hata değil, bilinçli bir bölüşüm tercihidir.
Tercih açıktır: Emek mi korunacak, sermaye mi?
